ÜÇ KIZ KARDEŞ / Rene Char

31/01/2011

 

ÜÇ KIZ KARDEŞ

 

Mavi fener giysili sevgilim,
öpüyorum ateşini yüzünün
gizlice tat alan ışığın uyuduğu.

Seviyorum. Hıçkırıyorum. Canlıyım
ve senin yüreğindir
kızaran utkun zamanıyla
bu Sabah Yıldızı
durdurmadan önce savaşını takımyıldızlarının.

Yelden sakınan yelkene dönüşsün gövdem
senden uzakta.

I
İkincil zamanların vazosunda
Tebeşirdendi doğacak çocuk.
Çatallı yürüyüşü mevsimlerin
Otla koruyordu bilinmeyeni.
Bölünebilen bilgi
Hızlandırıyordu baharı sağnakla.
Bir hoş kokulusu ülkemizin
sürdürüyordu beliren çiçeği.

Sövdüğümüz haber,
kuşatılmış kabuk ya da kırağı;
Kuşatılmış hava, tutuşmuş kan;
Öpüşten giz yaratır göz.

Açık yola hayat veren,
Kasırga dizlere erişti;
Ve bu atılışla, gözyaşı yatağı
Doldu bir tek vuruşla.

II
Haykırır ve kaçar ikincisi
Dolaşan arıdan, kırmızı ıhlamurdan.
Sürekli bir yel günüdür o,
Savaşın mavi zarı ve gülümseyen bir gözcü
Sazı “İstediğim olacak” diye haykırdığı zaman.
Susma saatidir artık
Kule olma saati
Geleceğin göz diktiği.

Kendinin avcısı kaçar dayanıksız evinden:
Avı da izler onu artık korkusuzca.

Aydınlıkları yüksek, yepyeni sağlıkları,
İkisi de geçip giderler hiç anlamsızca
Kızkardeşler akıl etmez alıkoymayı onları
Bir kül ağız tıkacıyla beyaz ormanlarda.

III
Omuzundaki bu çocuk
Şansındır senin ve yükündür.
Orkidenin üzerinde yandığı toprak,
Usandırmayın onu kendinizden.
Çiçek kalın, sınır kalın,
Kutsal ekmek ve yılan kalın;
Kuruntunun biriktirdiğini
Hemen bırakır sığınak.

Ölsün tekil gözler
Ve bulgulayan sözcük.
Aynada yaltaklanan acı
Sevgilisidir iki kötü evin.

Omuz aralanır sert;
Görünür yanardağ dilsiz.
Zeytinin üzerinde parıldadığı toprak,
Her şey yok olur geçitte.

René Char

Türkçesi: Özdemir İnce


Nâzım Hikmet’in Günyüzüne Çıkmamış İki Şiiri :

14/01/2011

Bütün Yolculuk Boyunca Hasret Ayrılmadı Benden

Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
gölgem gibi demiyorum
çünkü hasret yanımdaydı zifiri karanlıkta da
Ellerim ayaklarım gibi de değil
uykudayken yitirirsin elini ayağını
ben hasreti uykuda da yitirmiyordum
Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
açlıktı, susuzluktu demiyorum
sıcakta soğuğu, soğukta sıcağı aramak gibi de değil
giderilmesi imkânsız bir şey
ne sevinç ne keder
şehirlerle bulutlarla türkülerle de ilgisiz
içimdeydi dışımdaydı
Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
zaten elimde ne kaldı bu yolculuktan
hasretten gayrı


Bir Ucu Bir Kuyuda Kaybolan Rüzgârlı Bir Şosede

Bir ucu bir kuyuda kaybolan rüzgârlı bir şosede
bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatımız yalnayak
yüzü saçlarıyla örtülü kavuşma saatımızın
bir de ağır yürüyor ki deli olmak işten değil
Bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatımız yalnayak
ben de telefon direğine bağlıyım kollarımdan
yüreğim de yorgun mu yorgun duracak nerdeyse
bir de alnıma bir su damlıyor aynı yere artsız arasız
Bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatımız yalnayak
ben de seni düşünüyorum da seni düşünüyorum
ben de seni düşündükçe o da ağırlaştırıyor yürüyüşünü
bu böyle giderse yıkılabilirim direğin dibine
o yanıma varmadan…

Nâzım Hikmet


ALTIN PORTAKAL’DA ŞAİRLER BULUŞMASI 2011

10/01/2011

 

Altın Portakal’da Şairler Buluşması

 

Türkiye’nin önde gelen şair ve eleştirmenleri Altın Portakal Şiir Ödülü etkinlikleri için Antalya’da buluşuyor.

Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin desteği ile Antalya Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen Altın Portakal Şiir Ödülü etkinlikleri 17 – 20 Mart tarihleri arasında gerçekleşecek.

Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) Başkan Vekili Dr. Arif Bulut, 2011 yılının ödül jürisini açıkladı. Doğan Hızlan’ın başkanlık edeceği 15. Altın Portakal Şiir Ödülü jürisinin diğer isimleri Cevat Çapan, Ahmet İnam, Mustafa Durak ve Altın Portakal Şiir Ödülü’nün geçen yılki sahibi Emirhan Oğuz’dan oluşuyor.

17 Mart 2011 Perşembe günü toplanacak ödül jürisi; 1 Ocak – 31 Aralık 2010 tarihleri arasında çıkan şiir kitaplarından yola çıkarak 15. Altın Portakal Şiir Ödülü’nün sahibini belirleyecek. 14. Ödülün sahibi Emirhan Oğuz’un şiirinin değerlendirileceği sempozyum ise 19 Mart 2011 Cumartesi günü gerçekleşecek. Sempozyumun açılış konuşmasını yapacak olan Büyükşehir Belediyesi ve AKSAV Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın 15. Altın Portakal Şiir Ödülü’ne değer görülen şairin ödülünü de sunacak.

 

Antalya’da sıra dışı bir sergi

Altın Portakal Şiir Ödülü etkinliklerine bu yıl sıra dışı bir serginin açılışıyla start verilecek: Yayıncı Fahri Özdemir’in AKSAV arşivine hediye ettiği koleksiyonda bulunan ve ünlü şairlerin el yazılarıyla yazılmış şiirlerinden oluşan sergi, 17 – 25 Mart 2011 tarihleri arasında AKM Fuayesinde izlenebilecek. Altın Portakal’da bugüne kadar ödül almış şairlerin şiirlerinin yer alacağı “14 Altın Şair Sergisi” de Antalya Kültür Merkezi’nde aynı gün ve saatte şiirseverlerle buluşturulacak.

 

Mart ayında şiir konuşulacak

Altın Portakal Şiir Ödülü etkinlikleri Akdeniz Üniversitesi’nde, çeşitli okullarda, kültür sanat derneklerinde düzenlenecek söyleşiler, şiir dinletileri, imza günleri gibi etkinliklerle devam edecek. 19 Mart Cumartesi 11.00 – 17.30 saatleri arasında 14. Altın Portakal Şiir Sempozyumu gerçekleştirilecek. Sempozyumda, 2010 yılında Altın Portakal Şiir Ödülü alan şair Emirhan Oğuz’un “Myndos Geçişi” adlı eserinden yola çıkılarak şiiri değerlendirilecek. Sempozyuma bildiri sunacak şair ya da eleştirmenler arasında şu isimler bulunuyor: Ahmet İnam, Ahmet Telli, Baki Asiltürk, Betül Dünder, Cevat Çapan, Faris Kuseyri, İsmail Mert Başat, Kenan Sarıalioğlu, Refik Durbaş, Zerrin Baydar.

 

Türk edebiyatına AKSAV’dan iki eser daha

Ödül etkinliklerinde ve sempozyum programı içinde, 13. Ödülün sahibi Kemal Özer’in şiirinin değerlendirildiği bildirilerden oluşan “Temmuz İçin Yaralı Semah ve Kemal Özer Şiiri”, 14. Ödülün sahibi Emirhan Oğuz’un şiirinin değerlendirildiği “Myndos Geçişi ve Emirhan Oğuz Şiiri” adlı kitaplar edebiyatseverlerle buluşturulacak.

 

Onur Konuğu: Ataol Behramoğlu

15. Altın Portakal Şiir Ödülü etkinliklerinin onur konuğu edebiyat dünyasının tanıdık isimlerinden şair Ataol Behramoğlu. Etkinliklerde yer alması için 30’dan fazla şair ve yazarın yanı sıra kültür sanat medyasının tanınmış isimlerinin de Antalya’da buluşturulacağı belirtildi.

 

Altın Portakal Şiir Ödülü ve Sempozyumu

1997 yılından beri Antalya Kültür Sanat Vakfı tarafından her yıl bir şaire Altın Portakal Şiir Ödülü verilmektedir. Şiir Ödülü alan şair için bir sonraki yıl sempozyum düzenlenmekte; ödüllü şairin şiiri yazarlar, eleştirmenler ve şairler tarafından bildiriler sunularak değerlendirilmektedir. Ödül törenleri ve sempozyumlar Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle gerçekleştirilmektedir.

 

Altın Portakal Şiir Ödülü’ne,

1997 yılında “Opera” adlı eseriyle Enis Batur,
1998 yılında “40 Şiir ve Bir” adlı eseriyle Haydar Ergülen,
1999 yılında “Sessiz Arka Bahçeler” adlı eseriyle Gülten Akın,
2000 yılında “Küflü Şimşek” adlı eseriyle Mehmet Taner ,
2001 yılında “Hazer İçin Birkaç Sarı Gül” adlı eseriyle Hüseyin Ferhad ,
2002 yılında “Hayalete Övgü” adlı eseriyle Ahmet Oktay,
2003 yılında “Yavru Aslan’dan Konu Komşuya” adlı eseriyle Nemci Zeka,
2004 yılında “Cendere” adlı eseriyle Güven Turan,
2005 yılında “Beni Hiç Göremezsin” adlı eseriyle Yücel Kayıran,
2006 yılında “Ba” adlı eseriyle Birhan Keskin ,
2007 yılında “Ultra-Zone’da Ultrason” adlı eseriyle Lale Müldür ,
2008 yılında “Bana Düşlerini Anlat” adlı eseriyle Cevat Çapan,
2009 yılında “Temmuz İçin Yaralı Semah” adlı eseriyle Kemal Özer;
2010 yılında “Myndos Geçişi” adlı eseriyle Emirhan Oğuz değer görüldü.

Altın Portakal Şiir Ödülü, jürilerinin saygınlığıyla da bütünleşerek ülkemizin en önemli edebiyat ödüllerinden biri oldu.

Sempozyuma sunulan bildiriler Altın Portakal yayınları arasında Antalya Kültür Sanat vakfı ya da vakıf adına sponsor yayınevi tarafından bastırılarak dağıtıma çıkarılmakta. Türkiye’de ilk defa gerçekleştirilen bu uygulama Altın Portakal Şiir Ödülü’nü özgün bir yere koymakta; onu ayrıcalıklı kılmakta.
Ödül alan şairlerin şiirinin farklı kalemler tarafından farklı yönleriyle ele alındığı sempozyum kitapları, edebiyat okurları için olduğu kadar araştırma yapan akademisyenler için de kaynak kitap özelliği taşıyor.


FLU / Gülümser Çankaya

10/01/2011

 

FLU

 

çilek yiyordu ama soğan
kokuyordu elleri

hafifçe kaldırıyordu eteğini
balkon demirinden korkan
rüzgar

limanda duran yelkenlinin
direğine bakıyordu kımıltısız
böyle kuruluyordu uzakla
arasındaki denge

bir uyusa geçecekti başağrısı
bir uyusa!..

derine kaptırmıştı bir yanını
böyle açıklanıyordu yüreğindeki
vurgun

ama bazen yarım kalmış
bir hayalden seğiriyordu bacağındaki
kaslar

bir parmak bal sürmüştü dudaklarına
bahçede oynayan çocuklar

içine sızıyordu paçasındaki aralıktan
yolunu şaşırmış bir hayvan

bir görseniz çöldeki kaçışmayı
kalbindeki soğumadan

Gülümser Çankaya


TESELLİ / Didem Gülçin Erdem

10/01/2011

 

TESELLİ

 

Bilirim iyi bir şarap çıkmayacak
Bu sevdanın bağından
Gözüm senin boşluğunda kaldı
Benimki dar, havasız
Yüreği kar toplamayana
Fırtına sorulur mu

Düzyazı uzatır ömrünü
Şiir söz dilenmez
Ellerin nar
Tuttuğumda bu kadar
Kalabalık değillerdi
Günden güne çoğaldılar

Hiç değilse dalgakıranlarla
Arası iyi kağıdın
Hiç değilse kiracıyız bu şiirde
Uzun kalacak kadar
Komşu değiliz yalanla
Hiç değilse trenli hala çocukluklar

Bir şiirin beş parmağı aynı olur mu
Bir narın her bir tanesi
Aldım gözlerini içimde gezdirdim
Ipek bir şal gibi dolandı omzuma gece
Aldım geceyi yıkadım taş bir avluda
Sözünde mavi olmayana okyanus sorulur mu

Didem Gülçin Erdem

“Şehla Destan” adlı dosyadan


EVİM OL / Nilay Özer

10/01/2011

 

EVİM OL

 

bu ev bekler bizi bir yere gitmez

seni beklersem evin olurum
dünya bilirim bahçeyi her çiçeği yaz
kiraz çocukluğun senin öylece dursun

mevsimleri dönüşüne biriktiririm

rüzgarın peşinde bir deli yağmur
yağmurun peşinde o bildik yaz
kiraz gençliğin senin öylece dursun

uçursun çatımı güvercin telekleri

kumral bir sözcüğün balkonundan sarkarken
kışa düşer yüreğim şiire düşer gibi
hüznün demi oturur radyoda bir ince saz

kiraz dudakların senin öylece dursun

koynunda öpülmeye telaşlı bir güneşle
umudun bentlerini aşıp gelirsen
bir gece bin bir masala böler kendini

evim olursun beni beklersen…

Nilay ÖZER


‘OKUNTU’ / Üç Renk Mavi

10/01/2011

‘OKUNTU’

Anneannemin koltukları, atamıyorum bir türlü. Yeni örtüler serdim gelirsin diye… Eskinin kokusu var mıdır? Bu kokuyu sever misin acaba? Bilmiyorum, neyi biliyorum ki zaten? Bak, soruları biliyorum.Cevapsız kalsın, beklemediğim cevaplar olsun fark etmiyor. Soruları seviyorum. Bir sır vereyim mi? Soru soran aslında çok da karşı tarafın cevabı ile ilgilenmiyor, hatta dinlemiyor bile.
Yanlış anlama, ben cevaplarla ilgileniyorum. Bak seninle bir oyun oynayalım.Sana soru soran birinin yüzüne bak ama dikkatlice, kendi cevabı hazırdır, hatta dudakları kımıldar, konuşman bitsin diye heyecanla bekler bazen de bekleyemez bile.
Suratı asıldı mı? Beklediği cevabı verememişsin!

Oyun moyun derken esas konuşacaklarımı şaşırdım. Bazen kalem akıldan önce gidiveriyor, desene kalem de sabırsız.

Kapı çaldı, geldin mi? Yeni örtüler serdim, evi ısıttım, ocağa çay koydum. Sıradan şeylerden konuşuruz olmaz mı? Ne bileyim ‘porselen demlikte çay güzel olur’, çocukluğumuzdan da konuşuruz hatta oyunlardan; dokuz kiremiti bilir misin sen?
Sapan yaptın mı hiç?

Yan komşu..Sıcak kurabiye getirmiş. Kapıyı çalan diyorum, yan komşuymuş. Başka zaman olsa bu kurabiyelere nasıl da sevinirdim. Kurabiyelere sevindim de kapıyı çalan sen değilmişsin.

Kadıncağıza da ayıp oldu, kafasını uzattı kapıdan, gel felan demedim. Bu bekleme anını bozamam. Belli dertliydi yine. Neyse onun gönlünü yarın alırım.

Çayın yanında bu kurabiyelerden de yeriz olmaz mı? Saat kaç acaba, saatleri kaldırdım söylemiş miydim? Zamanla dalga geçiyorum bu aralar!

Beklemenin tadını kaçırma olur mu? Bak koltuklara da oturamıyorum örtüler bozulacak diye. Sahi sana söyledim mi? Bir pikap aldım, harika çalışıyor. Müzik de dinleriz sen gelince.

Kurabiyelerden bir tane ağzıma atacagım, biterken kapı çalacak. Off gelen yok. Şöyle yapayım küçükken de yapardım bunu. Bundan sonraki şarkı benim olsun o sırada gelirse beni seviyor demektir. Dördüncü şarkı mı deseydim? Neyse, üç hakkım olsun. Allahın hakkı üç..

Oturuyorum valla bozulursa bozulsun örtüler!

Kapı mı çaldı?

Yok. Koltuğun yanında duran şiir kitabını alıyorum elime, yalnızlığıma teslim oluyorum. Rastgele bir sayfa açıyorum, içimden geçen sese mani olamıyorum; ‘bu şiir onun için’

OKUNTU

Mevsimlerden denizi,
inceliklerden en çok geçmişi özlediniz.
Sevgiyi kavramanın ağırlığı başlayınca
bizim gibi kaçmadınız.
Belki biraz ağladınız; bir gözyaşı izi boyunca kanadınız.
Akşamlar ve parklar arasında dünyaya en çok siz yaraştınız.
Şimdi sizi çok özlemişiz.
Bir akşam bize gelirseniz, geniş koltuklarda otururuz; susarız.

Adnan Azar

www.ucrenksanat.blogspot.com


LAVANTA / Cemal Süreya

09/01/2011

 

LAVANTA

 

Odanız kızkardeşinizdir,
Büyük Ş’lerle iner giysiniz;
Bir kez onarılmış anıt mihrap;
Hemen pencereye geçersiniz.

Bütün şarkıları düşünün,
Sizin yüzünüz çıkar ortaya,
Konsolun üstünde yelpaze,
Yan yana yan yana düşünün ama.

En derin çizgiler, güzelim,
En tatlı anlardan kalma…
Değme acı baş edemez
Hazların lâl oyuklarıyla.

Çıkarken yığılan basamaklar
Kaçıkaçıverirler inerken,
Beyaz sunağıyla gotik tapınak,
Eliniz sanki hep tırabzanda.

Bir şeyiniz olayım sizin,
Hani nasıl isterseniz,
Oğlunuz, kiracınız, sevgiliniz;
Dünyanın bir ucuna
Birlikte gider miyiz?

Bekletilmiş ipeklinizden
Kopmaya can atar bir düğme;
Boş verin, o düğme hayın,
Gider miyiz?

Şimdiye dek düşünmediyseniz
Bakmayın içinde ne var,
Küçük bir kitaptır yaşamak
Elinde tutmaya yarar.

Cemal Süreya


SAMAN SARISI / Nâzım Hikmet

07/01/2011

 

SAMAN SARISI

 

Seher vakti habersizce girdi gara ekspres
kar içindeydi
ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım
peronda benden başka da kimseler yoktu
durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri
perdesi aralıktı
genç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta alt ranzada
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı
üst ranzada uyuyanı göremedim
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
bilmiyorum nerden gelip nereye gittiğini
baktım arkasından
üst ranzada ben uyuyorum
Varşova’da Biristol Oteli’nde
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu
oysa karyolam tahtaydı dardı
genç bir kadın uyuyor başka bir karyolada
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ak boynu uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
oysa karyolası tahtaydı dardı
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığımız yoktu
oysa karyolalar tahtaydı dardı
iniyorum merdivenleri dördüncü kattan
asansör bozulmuş yine
aynaların içinde iniyorum merdivenleri
belki yirmi yaşımdayım belki yüz yaşımdayım
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
üçüncü katta bir kapının ötesinde bir kadın gülüyor sağ elimde kederli bir
gül açıldı ağır ağır
Kübalı bir balerinle karşılaştım ikinci katta karlı pencerelerde
taze esmer bir yalaza gibi geçti alnımın üzerinden
şair Nikolas Gilyen Havana’ya döndü çoktan
yıllarca Avrupa ve Asya otellerinin hollerinde oturup içtikti yudum
yudum şehirlerimizin hasretini
iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
kapıcı uğurladı beni gocuğu geceye batık
yürüdüm buz gibi esen yelin ve neonların içinde yürüdüm
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
çıktılar önüme ansızın
oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören olmadı
bir mangaydılar
kısa konçlu çizmeleri pantolonları ceketleri
kolları kollarında gamalı haç işaretleri
elleri ellerinde otomatikleri vardı
omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu
omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu
hattâ yakaları boyunları vardı ama başları yoktu
ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler
yürüdük
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
gözlerinden belli diyemem
başları yok ki gözleri olsun
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
belli çizmelerinden
korku belli mi olur çizmelerden
oluyordu onlarınki
korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız
bütün yapılara bütün taşıt araçlarına bütün canlılara
her sese her kıvıltıya ateş ediyorlar
hattâ Şopen Sokağı’nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler
ama ne bir sıva parçası düşüyor ne bir cam kırılıyor
ve kurşun seslerini benden başka duyan yok
ölüler bir SS mangası da olsa ölüler öldüremez
ölüler dirilerek öldürür kurt olup elmanın içine girerek
ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli
bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi
derisinden kitap kabı yapılmamış mıydı yağından sabun saçlarından sicim
ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen yelin içinde sıcak
bir fırancala gibi
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
Belveder yolunda düşündüm Lehlileri
kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca
Belveder yolunda düşündüm Lehlileri
bana ilk ve belki de son nişanımı bu sarayda verdiler
tören memuru açtı yaldızlı ak kapıyı
girdim büyük salona genç bir kadınla
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ortalıkta da ikimizden başka kimseler yoktu
bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanapeler bebekevlerindeki gibi
ve sen bundan dolayı
bir resimdin açık maviyle çizilmiş belki de bir taş bebektin
belki bir pırıltıydın düşümden damlamış sol mememin üstüne
uyuyordun alacakaranlıkta alt ranzada
ak boynun uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığın yoktu
ve işte Kırakof şehrinde Kapris Barı
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında
onu oraya sen koydun
bir taş kuyunun dibindeki suydu
bakıyorum eğilip
bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
sesleniyorum
seni yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
ayrılık masanın üstündeydi cıgara paketinde
gözlüklü garson getirdi onu ama sen ısmarladın
kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
cıgaranın ucunda senin
ve hoşça kal demeğe hazır olan avucunda
ayrılık masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi
aklından geçenlerdeydi ayrılık
benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
ayrılık rahatlığındaydı senin
senin güvenindeydi bana
büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu farketmeyişindeydi senin
ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi diyemem
tüyün de ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu ama kendisi vardı
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize
yürüdük yıldızlara değen Ortaçağ duvarlarının karanlığında
vakıt hızla akıyordu geriye doğru
ayak seslerimizin yankıları sarı sıska köpekler gibi geliyordu
ardımızdan koşuyordu önümüze
Yegelon Üniversitesi’nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra batıra dola-
şıyor
bozmağa çalışıyor Kopernik’in Araplardan kalma usturlabını
ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında rok end rol oynu-
yor Katolik öğrencilerle
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
vuruyor bulutlara kızıltısı Nova Huta’nın
orda köylerden gelen genç işçiler madenle birlikte
ruhlarını da alev alev döküyor yeni kalıplara
ve ruhların dökümü madenin dökümünden bin kere zordur
Meryem Ana kilisesinde çan kulesinde saat başlarını çalan borozan gece
yarısını çaldı
Ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi
şehre yaklaşan düşmanı verdi haber
ve sustu gırtlağına saplanan okla ansızın
borazan iç rahatlığıyla öldü
ve ben yaklaşan düşmanı görüp de haber veremeden öldürülmenin acısını
düşündüm
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları ışıklarını yeni söndürmüş bir vapur
iskelesi gibi arkada kaldı
seher vaktı habersizce girdi gara ekspres
yağmurlar içindeydi Pırağ
bir gölün dibinde gümüş kakma bir sandıktı
kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
baktım arkasından kollarım iki yanıma sarkık
yağmurlar içindeydi Pırağ
sen yoksun
uyuyorsun alacakaranlıkta alt ranzada
üst ranza bomboş
sen yoksun
yeryüzünün en güzel şehirlerinden biri boşaldı
içinden elini çektiğin bir eldiven gibi boşaldı
söndü artık seni görmeyen aynalar nasıl sönerse
yitirilmiş akşamlar gibi Vıltava suyu akıyor köprülerin altından
sokaklar bomboş
bütün pencerelerde perdeler inik
tıramvaylar bomboş geçiyor
biletçileri vatmanları bile yok
kahveler bomboş
lokantalar barlar da öyle
vitrinler bomboş
ne kumaş ne kıristal ne et ne şarap
ne bir kitap ne bir şekerleme kutusu
ne bir karanfil
şehri duman gibi saran bu yalnızlığın içinde bir koca kişi yalnızlıkta on kat
artan ihtiyarlığın kederinden silkinmek için Lejyonerler Köprü-
sü’nden martılara ekmek atıyor
gereğinden genç yüreğinin kanına batırıp
her lokmayı
vakıtları yakalamak istiyorum
parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı
üst ranzada uyuyanı göremedim
ben değilim bir uyuyan varsa orda
belki de üst ranza boş
Moskova’ydı üst ranzadaki belki
duman basmış Leh toprağını
Birest’i de basmış
iki gündür uçaklar kalkıp inemiyor
ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmış gözlerin içinden geçiyorlar
Berlin’den beri kompartımanda bir başımayım
karlı ovaların güneşiyle uyandım ertesi sabah
yemekli vagonda kefir denen bir çeşit ayran içtim
garson kız tanıdı beni
iki piyesimi seyretmiş Moskova’da
garda genç bir kadın beni karşıladı
beli karınca belinden ince
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
tuttum elinden yürüdük
yürüdük güneşin altında karları çıtırdata çıtırdata
o yıl erken gelmişti bahar
o günler Çobanyıldızına haber uçurulan günlerdi
Moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
yitirdim seni ansızın Mayakovski Alanı’nda yitirdim ansızın seni oysa
ansızın değil çünkü önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin
sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini
ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
ama yine de ansızın yitirdim seni
asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine yoksun
bulvarlar karlı
seninkiler yok ayak izleri arasında
botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini birde tanırım
milisyonerlere sordum
görmediniz mi
eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz
elleri gümüş şamdanlarda mumlardır
milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyor
görmedik
İstanbul’da Sarayburnu akıntısını çıkıyor bir romorkör ardında üç
mavna
gak gak ediyor da vak vak ediyor da martı kuşları
seslendim mavnalara Kızıl Meydan’dan romorkörün kaptanına sesleneme-
dim çünkü makinası öyle gümbürdüyordu ki sesimi duyamazdı
yorgundu da kaptan ceketinin düğmeleri de kopuktu
seslendim mavnalara Kızıl Meydan’dan
görmedik
girdim giriyorum Moskova’nın bütün sokaklarında bütün kuyruklara
ve yalnız kadınlara soruyorum
yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar
al yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife
ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık
belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler şapşal kızlar da var ama onlardan
bana ne
güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
görmediniz mi
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri kocaman
Pırağ’da aldı
görmedik
vakıtlarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm
kopuyor
ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem koşuyor
önümde gölgemi yitireceğim diye de bir telâştır alıyor beni
tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum
Bolşoy’a girmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin
Kalamış’ta Balıkçının Meyhanesine girdim ve Sait Faik’le tatlı tatlı
konuşuyorduk ben hapisten çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri
sancılar içindeydi ve dünya güzeldi
lokantalara giriyorum estırat orkestraları yani cazları ünlülerin
sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara
gardroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum
görmedik
çaldı geceyarısını Stırasnoy Manastırı’nın saat kulesi
oysa manastır da kule de yıkıldı çoktan
yapılıyor şehrin en büyük sineması oralarda
oralarda on dokuz yaşıma rastladım
birbirimizi birde tanıdık
oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu fotoğraflarımızı bile
ama yine de birbirimizi birde tanıdık şaşmadık el sıkışmak istedik
ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor
uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir
ve Stırasnoy Alanı’na şimdi Puşkin Alanı kar yağmaya başladı
üşüyorum hele ellerim ayaklarım
oysa yün çoraplıyım da kunduralarımla eldivenlerim kürklü
çorapsız olan oydu bezle sarmış postallarında ayaklarını elleri çıplak
ağzında ham bir elmanın tadı dünya
on dördünde bir kız memesi sertliği avuçlarındaki
gözünde türkülerin boyu kilometre kilometre ölümün boyu bir karış
ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden
onun başına gelecekleri bir ben biliyorum
çünkü inandım onun bütün inandıklarına
sevdim seveceği bütün kadınları
yazdım yazacağı bütün şiirleri
yattım yatacağı bütün hapislerde
geçtim geçeceği bütün şehirlerden
hastalandım bütün hastalıklarıyla
bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri
bütün yitireceklerini yitirdim
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman
görmedim

II
On dokuz yaşım Beyazıt Meydanı’ndan geçiyor çıkıyor Kızıl Meydan’a
Konkord’a iniyor Abidin’e rastlıyorum da meydanlardan konuşu-
yoruz
evveli gün Gagarin en büyük meydanı dolaşıp döndü Titof da dolaşıp
dönecek hem de on yedi buçuk kere dolanacak ama daha bundan
haberim yok
meydanlarla yapılardan konuşuyoruz Abidin’le tavan arasındaki otel
odamda
Sen ırmağı da akıyor Notr Dam’ın iki yanından
ben geceleyin penceremden bir ay dilimiymiş gibi görüyorum Sen
ırmağını rıhtımında yıldızların
bir de genç bir kadın uyuyor tavan arasındaki odamda Paris damlarının
bacalarına karışmış
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saman sarısı saçları bigudili mavi kirpikleriyse yüzünde bulut
çekirdekteki meydanla çekirdekteki yapıdan konuşuyoruz Abidin’le
meydanda fırdönen Celâlettin’den konuşuyoruz
Abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor
ben renkleri yemiş gibi yerim
ve Matis bir manavdır kosmos yemişleri satar
bizim Abidin de öyle Avni de Levni de
mikroskobun ve füze lumbuzlarının gördüğü yapılar meydanlar renkler
ve şairleri ressamları çalgıcıları onların
hamlenin resmini yapıyor Abidin yüz elliye altmışın meydanlığında
suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem öyle görüp
öyle avlayabilirim kıvıl kıvıl akan vakıtları tuvalinde Abidin’in
Sen ırmağı da bir ay dilimi gibi
genç bir kadın uyuyor ay diliminin üstünde
onu kaç kere yitirip kaç kere buldum daha kaç kere yitirip kaç kere
bulacağım
işte böyle işte böyle kızım düşürdüm ömrümün bir parçasını Sen ırmağına
Sen Mişel Köprüsü’nden
ömrümün bir parçası Mösyö Düpon’un oltasına takılacak bir sabah çise-
lerken aydınlık
Mösyö Düpon çekip çıkaracak onu sudan Paris’in mavi suretiyle birlikte
ve hiçbir şeye benzetemiyecek ömrümün bir parçasını ne balığa ne
pabuç eskisine
atacak onu Mösyö Düpon gerisin geriye Paris’in suretiyle birlikte suret
eski yerinde kalacak.
Sen ırmağıyla akacak ömrümün bir parçası büyük mezarlığına ırmakların
damarlarımda akan kanın hışırtısıyla uyandım
parmaklarımın ağırlığı yok
parmaklarım ellerimle ayaklarımdan kopup havalanacaklar salına salına
dönecekler başımın üstünde
sağım yok solum yok yukarım aşağım yok
Abidin’e söylemeli de resmini yapsın Beyazıt Meydanı’nda şehit düşenin
ve Gagarin Yoldaşın ve daha adını sanını kaşını gözünü bilmediği-
miz Titof Yoldaşın ve ondan sonrakilerin ve tavan arasında yatan
genç kadının
Küba’dan döndüm bu sabah
Küba meydanında altı milyon kişi akı karası sarısı melezi ışıklı bir
çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının
resmini yapabilir misin üstat
yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin
bir el gördüm Havana’nın 150 kilometre doğusunda deniz kıyısına yakın
bir duvarın üstünde bir el gördüm
ferah bir türküydü duvar
el okşuyordu duvarı
el altı aylıktı okşuyordu boynunu anasının
on yedi yaşındaydı el ve Mariya’nın memelerini okşuyordu avucu nasır
nasırdı ve Karayip denizi kokuyordu
yirmi yaşındaydı el ve okşuyordu boynunu altı aylık oğlunun
yirmi beş yaşındaydı el ve okşamayı unutmuştu çoktan
otuz yaşındaydı el ve Havana’nın 150 kilometre doğusunda deniz
kıyısında bir duvarın üstünde gördüm onu
okşuyordu duvarı
sen el resimleri yaparsın Abidin bizim ırgatların demircilerin ellerini
Kübalı balıkçı Nikolas’ın da elini yap karakalem
kooperatiften aldığı pırıl pırıl evinin duvarında okşamaya kavuşan ve
okşamayı bir daha yitirmeyecek Kübalı balıkçı Nikolas’ın elini
kocaman bir el
deniz kaplumbağası bir el
ferah bir duvarı okşayabildiğine inanamayan bir el
artık bütün sevinçlere inanan bir el
güneşli denizli kutsal bir el
Fidel’in sözleri gibi bereketli topraklarda şekerkamışı hızıyla fışkırıp
yeşerip ballanan umutların eli
1961′de Küba’da çok renkli çok serin ağaçlar gibi evler ve çok rahat evler
gibi ağaçlar diken ellerden biri
çelik dökmeğe hazırlanan ellerden biri
mitralyözü türküleştiren türküleri mitralyözleştiren el
yalansız hürriyetin eli
Fidel’in sıktığı el
ömrünün ilk kurşunkalemiyle ömrünün ilk kâadına hürriyet sözcüğünü
yazan el
hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları Kübalıların balkutusu bir
karpuzu kesiyorlarmış gibi
ve gözleri parlıyor erkeklerinin
ve kızlarının eziliyor içi dokununca dudakları hürriyet sözcüğüne
ve koca kişileri en tatlı anılarını çekip kuyudan yudum yudum içiyor
mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
hürriyet sözcüğünün resmini ama yalansızının
akşam oluyor Paris’te
Notr Dam turuncu bir lamba gibi yanıp söndü ve Paris’in bütün eski
yeni taşları turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
bizim zanaatları düşünüyorum şiirciliği resimciliği çalgıcılığı filan düşü-
nüyorum ve anlıyorum ki
bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiğinden beri
sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla dökülüyor
onun içine ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir odur.
Paris’te bir kestane ağacı olacak
Paris’in ilk kestanesi Paris kestanelerinin atası
İstanbul’dan gelip yerleşmiş Paris’e Boğaz sırtlarından
hâlâ sağ mıdır bilmem sağsa iki yüz yaşında filân olmalı
gidip elini öpmek isterdim
varıp gölgesinde yatsak isterdim bu kitabın kâadını yapanlar yazısını
dizenler nakışını basanlar bu kitabı dükkânında satanlar para verip
alanlar alıp da seyredenler bir de Abidin bir de ben bir de bir saman
sarısı belâsı, başımın.

Nâzım Hikmet

 


CANLAR CANINI BULDUM… / Yunus Emre

02/01/2011

 

CANLAR CANINI BULDUM…

Canlar canını buldum
Bu canım yağma olsun
Assı ziyandan geçtim
Dükkanım yağma olsun

Ben benliğimden geçtim
Gözüm hicabın açtım
Dost vaslına eriştim
Gümanım yağma olsun

Benden benliğim gitti
Hep mülkümü dost tuttu
Alan veren dost oldu
Lisânım yağma olsun

Taallûktan üzüştüm
Ol dosttan yana uçtum
Aşk divanına düştüm
Divanım yağma olsun

İkilikten usandım
Birlik hanına kandım
Derdin şarabın içtim
Dermanım yağma olsun

Varlık çün sefer kıldı
Dost andan bize geldi
Viran gönül nur doldu
Cihânım yağma olsun

Geçtim bitmez sağınçtan
Usandım yaz u kıştan
Bostanlar başın buldum
Bostanım yağma olsun

Yunus ne hoş demişsin
Bal u şeker yemişsin
Ballar balını buldum
Kovanım yağma olsun

Yunus Emre