S’İMGE MUTSUZLUK Sayımızda Türk ve Dünya Edebiyatından Seçilmiş 19 düzyazı ve 72 şiir yer alıyor.
ÖMER BEDRETTİN UŞAKLI
(1904 – 1946)
KİMBİLİR
Güneşle beraber söndüğüm akşam
Ağlayacak hangi rüzgâr kimbilir?
Mermer bir heykele döndüğüm akşam
Baş ucumda kimler yanar, kimbilir?
Her yanında yanık bülbüller öten
Bahçelerden bir gün sessiz geçerken,
Tabutumu yeşil dallar içinden
Seyredecek hangi bahar, kimbilir?
“Nerde bizi candan seven o yolcu?
Niçin türküleri aksetmez oldu?”
Diyerek ruhuna çam kokusunu,
Yollayacak hangi dağlar, kimbilir?
O yıl güllerimi kimler derecek?
Bağımda üzümler nasıl erecek?
Bana en son yudum suyu verecek
Hangi pınar, hangi pınar kimbilir?
ZİYA OSMAN SABA
(1910 – 1957)
MESUT OLMAK VARDIR
Mesut olmak vardır,
Allahın her gününde
Gün günden daha musut
Yaşamak yeryüzünde.
Mesut olmak vardır, kardeşim,
Hemen küsme bahtına.
Mesut olmak, insan için,
Ermek muradına.
Bizler içindir şu doğan gün,
Ölüler mezarlarda varmış rahatına.
Daha oturmak vardır bizler için,
Çiçek açmış bir ağacın altına.
Mesut olmak vardır,
– Boşuna didinecek yerde –
Gök senin, rüzgâr senin, dünyalar senin!
Pupa yelken denizlerde.
Mesut olmak vardır,
Seyrettiğin resimlerde.
Kuş cıvıltısı, yaprak hışıltısı
Yemyeşil mevsimlerde.
Mesut olmak vardır,
Doğmuş olmanın adına,
Damağı, gözbebekleri, elleriyle,
Doyasıya, göğe, yere, kadına.
Dertliler, hastalar, evde kalmış kızlar,
Bütün bahtsızlar!
Mesut olmak vardır,
Varmak yaşamanın tadına…
RIFAT ILGAZ
(1911 – 1993)
GİDİŞİNİ ANLATIYORUM
Sen gidiyorsun ya işine yetişmek için
Saçlarını, gözlerini, ellerini
Nelin varsa toplayıp gidiyorsun ya
Her seferinde bir şey unutuyorsun sıcak
Termometrede yükselen çizgi çizgi
Kim bilir nerelerde soğuyorsun
Senin gözbebeklerin var ya kadın kadın gülen
İnsan insan bakan gözbebeklerin
Beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta
Beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder
Ne gelirse onlardan gelir bana
Çalışma gücü yaşama direnci
Mutluluk gibi kazanılması zor
Mutluluk gibi yitirilmesi kolay
Bir açarsın ki mutluyum
Bir kaparsın her şey elimden gitmiş
MELİH CEVDET ANDAY
(1915 – 2002)
KAYIP
Sen ve ben ve mavi perdeden
Tepeleriyle camın rengi
Şurada çıkarmıştın eteğini
Şurada inmiştin geceden
Mutsuzluk için dediğini
O gün nereye koymuştun ki
Şimdi anlat bana bilmeden
Geceyi, görmediğimiz geceyi.
CAHİT KÜLEBİ
(1917 – 1977)
DİKEN
Ne sigaralarda tat kaldı
Ne gönlümü avutur tazeler,
Önümde açık duran tek umut
Kapısı daraldıkça daraldı.
Her gece gökte bir küçük yıldız
Seninleyim diye el eder
Ne onun uzaklığı azalır,
Ne benim içimdeki kederler.
Kırların kokusu bile duyulmuyor,
Yeşeren otların, sararan otların, yanan otların.
Hatıralar kervanlar gibi gitti gider
Yağmuru bile kalmamış bulutların.
Aldatır beni küçük yıldızım,
Atlar gibi soluyarak kanımı içer,
Bir yandan tarlalar yeşerir,
Bir yandan tırpanlar biçer.
Koca gemilerdir bulutlar
Yara yara suları gider.
Yakıp her gece yıldızları
Gemiciler zevk eder.
Bense boyuna yalnız, boyuna derbeder
Yüzer dururum umutsuzluk denizlerinde,
Tepemden turnalar geçer bağırarak
Hatıralar turnalar gibi gitti gider.
Yurdumuzun herhangi iki
Kasabası arasında gezerken
Bir sararmış diken görürseniz
Bilin işte benim o diken.
İLHAN BERK
(1918 – 2008)
AYRIĞIN YÜREĞİ
Sessiz sedasız yaşayan bir ayrık otuydu
Orta Anadolu’da
Kıtlıktan önce.
En küçük bir şeyden coşardı
Mesela bir kuş uçmasın Kızılırmak’a doğru
Köklerine su yürümüş gibi sevinirdi.
Bir bulut geçsin üstünden
Ayrıklıktan çıkardı.
Dünyayı, derdi, dünyayı
Hiçbir şeylere değişmem.
Şimdi yaşamak istemiyor.
CEYHUN ATUF KANSU
(1919 – 1978)
GÜNEY HASTALIĞI
Ben dostum vaktiyle bir güney şehrine gittim,
Yanımda – sevince öyledir! – dünyanın en güzel kızı vardı,
Ama neyleyim ki içimde yine o garip sızı vardı,
Sonunda, o güzel günlerimi berbat ettim.
Eylüldü dostum, aylar içinden Eylüldü,
Ateşi düflmüştü artık hummalı kalbimin,
İyileşmiştim dostum, sonra o akşam üstlerinin
Her saati bir altın yaprak olup döküldü.
Uzanmıştım boylu boyunca güney düşüncesine,
Bilirsin aşk havaları insanı sarhoş eder,
Bir şark› tutturur insan, ezberler gider,
Gariptir, inanır böylece, vurulur kendi nağmesine.
Ben de akıp gidiyordum gökyüzü üstünden,
Bir Güney denizi, bir güney güneşi ki, bilemezsin,
Yalnız olamazsın elbette, orada yalnız olamazsın,
Biz de içiyorduk sarhoş oluyorduk aynı kadehten.
Hâlâ nasıl özlerim bilir misin, bir akşamı her akşam,
Antalya deyince bir portakal düşer,
Ah, bilemezsin hâlâ, o hatıra güneşler,
Yalnızlığının karlı vadisinde dinlenen adam.
Orada güneyde eski bir şehir görmüştün dostum,
Yıkık tiyatrosu kalmıştı, yüzyıllardan yüzyıllara,
Bu şenlik yerinden denize baktıktan sonra,
Demiştim ki: “Ey yitik şehir, sana benziyorum!”
Bilgelik sanacaksın, dinleyince sözlerimi,
Bu şehrin eski haline benzer geçen aşklarımız,
Sonra yıkık duvarlarımızla kalakalırız yapayalnız,
Bu şehirden umduğumuzu alır götürür bir gemi.
Ve oynadığımız, şenlendirdiğimiz o coşkun alan,
Bakakalır, otlar arasından melil mahzun,
Sonra dağlardan bir hava iner gelir, uzun uzun,
Eylül rüzgârını yeniden kokladığımız zaman.
Ah, güney deyince bir yaprak kopar içimden,
Denizlere mi gider bilinmez, bilinmez bir yere gider.
“Gönül şen değil”, feryadınca âhü vah eder,
Toplanmış nice türküler gider peşinden.
Bir ağacı uyur görürseler, uyandırmasınlar,
Güneyde kalmış böyle güzel ağaçlar vardır,
Duldasında bir an dinlendiğimiz o ağaçlardır,
– Herşeyi o ağaçlar bilir dostum, o ağaçlar bilir! –
Biz yaprak misali olduk artık, bize birşey sormasınlar.
ARİF DAMAR
(1925)
KARTACALI YIKINTI
Geçmiyordu bir kartal gölgesi bile kızgın kayalardan
Yerinde kalsın istiyordum yüze vuruyordu
Paslı demirler o, o ezik saçlar
Batık gemilerin deniz diplerini saran umutsuzluğu
Yüze vuruyordu
Hadi gittim
Dönüp dönüp ardıma baktıktan gitmek mi bu
Kırık plâklar bir kış gülü yüze vuruyordu
Bir şey katmaz aşka eklesem birleştirsem biliyorum
Kanatlı balıklar eski çerçeveler yüze vuruyordu
İstesem de birini takamam silindim fotoğraflardan
Yaz kumlarında kurumuş yengeç ayakları
Bir martının ölüsü yüze vuruyordu
Yerinde kalsın
Batık gemilerin deniz diplerini saran umutsuzuğu
Yerinde kalsın istiyordum
Yıkıntıma yıkıntıma vuruyordu
CAN YÜCEL
(1926 – 1999)
GEÇİMSİZLİK
Birine kızıyordu delikanlı:
–Ah! dedi, bi bilsem onun kim olduğunu!
Usluluklar içindeydi kızın gözleri:
–Ya yoksa, dedi, öyle biri? Ya kızacak bişey yoksa. Yol boyunca konuşmadılar artık, kara kara düşünüyordu delikanlı: Ya yoksa öyle biri…Ya kızacak bişey yoksa? Yıllardır su verdiği, üstüne titrediği, biliyordu, o içindeki sevgi, o pırıl pırıl hançer öfkesiz kalırsa paslanacak…
Kızın aklı ütülü çarşaflarda…ertesi sabaha buruşacak…
Öfkesiz… umutsuz… sevgisiz…
AHMED ARİF
(1927 – 1991)
HANİ KURŞUN SIKSAN GEÇMEZ GECEDEN
Yiğit harmanları, yığınaklar,
Kurulmuş çetin dağlarında vatanların.
Dize getirilmiş haydutlar,
Hayınlar amana gelmiş,
Yetim hakkı sorulmuş,
Demdir bu…
Demdir,
Derya dibinde yangınlar,
Kan kesmiş ovalar üstünde Mayıs…
Uçmuş, bir kuştüyü hafifliğinde,
Çelik kadavrası koruganlar’ın.
Ölünmüş, cânım, ölünmüş,
Murad alınmış…
Gelgelelim,
Beter, bize kısmetmiş.
Ölüm, böyle altı okka koymaz adama.
Susmak ve beklemek, müthiş
Genciz, namlu gibi,
Ve çatal yürek,
Barışa, bayrama hasret
Uykulara, derin, kaygısız, rahat,
Otuziki dişimizle gülmeğe,
Doyasıya sevişmeğe, yemeğe…
Kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri,
Asıl, bizim aramızda güzeldir hasret
Ve asıl biz biliriz kederi.
İçim, bir suskunsa tekin mi ola?
O Malta bıçağı, kınsız, uyanık,
Ve genç bir mısrâdır
Filinta endam…
Neden, neden alnındaki yıkkınlık,
Bakışlarındaki öldüren buğu?
Kaç yol ağlamaklı oluyorum geceleri…
Nasıl da almış aklımış,
Sürmüş, filiz vermiş içimde sevdân,
Dost, düflman söz eder kendi kavlince,
Kınanmak, yiğit başına.
Bu, ne ayıp, ne de yasak,
Öylece bir gerçek, kendi halinde,
Belki, yaşamama sebep…
Evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu.
Hani, kurşun sıksan geçmez geceden,
Anlatamam, nasıl ıssız, karanlık…
Ve zehir – zıkkım cıgaram.
Gene bir cehennem var yastığımda,
Gel artık…
TURGUT UYAR
(1927 – 1985)
ACININ TARİHİ
kalın ve karanlık bir çatı merdiveni gibi
giderilmez eksikliğini tanırım onun
suyun bardakta duruşu gibi
bir öfke usul usul büyürken kuytuda
yemyeşil bir çayır görünümündedir
haziran ortasında bir gümüş lüfer
büyülü bir fotoğraf bir gümüş çerçevede
ve evinde hemen hazır bir silâh
böyle kargaşalı günler döneminde
beşer onar koparılan bir takvim sanki
bahara
bunlar güzel şeyler biliyorum
herkes de biliyor kuşkusuz
ama ne kadar güzel ne kadar güzel
serçenin kış günü yemidir
alnı akıtmalı bir atla düğüne gitmek
ayışığı penceresi, bir güzel insan sesi
ama ne kadar güzel
kırda bir oğlak kadar
kışlada bir türkü kadar
rüzgârda kuruyan tülbent kadar
oysa gece tam yarısıdır bir günün
ve daha güçlüdür gündüzden
ben şimdi diyorum ki bir bak şu alanlara
sokaklara köprülere kiremiksiz damlara
taşlara sopalara amanvermez silâhlara
şehir haritasına trafik lâmbasına kan içinde adamlara
kan içinde adamlara
kan umutsuzluktur
ona kendini hazırla
ne kadar yalnız olduğumuzu hep hatırla
açlıkları yoklukları kırımları
-örneğin sensiz olmak ömrümün bir akşamında-
bir bölgeden birine giden orduları uçaklarla
yalanlar ihanetler karmakarışık limanlar
iki şeyin apansız karşı karşıya geldiği dünyada
ben şimdi diyorum ki
buna inanmak gerek
bir susam gibi boyuna sulamak umutsuzluğu
ve direnmek
hep direnmek devam etmek adına
diyorum ki acılığı eksilmesin ağzımızdan
boyuna tükürmek için
boyuna
EDİP CANSEVER
(1928 – 1986)
EYLÜLÜN SESİYLE
Baylar!
Bin dokuz yüz seksen birdeyiz
Karşınızda eylülün sesi
Ağustos çekildi, eylülün sesi
Birazdan konuşacak
“Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar.”
Tepelerde bulamaçların kahverengi eridiği
Eriyip sarı sarı aktığı bir mevsim
Bir saat gibi işlerken avucumdaki güz çiçeği
Yosunların kapılara usulca
Tırmanıp yerleştiği
Yani eylülün sesi, buysa çok iyi baylar.
Yaz geçti, sözgelimi midyelerden yorulduk
Eni boyu belirsiz bir ıslaklıktan
Upuzun gündüzlerden, sevimsiz otellerden
Eylül ki, sorabilir mi
Hüzünler iç kamaştırıyor, aşklarsa niye yoksul
Bir asfaltın kuru sıcak soğuğundayız
Oysa bir deniz feneri mevsimsiz ölür baylar.
Dahası
Bu düğmesiz giysileri şöylece giymek
Bir boşluğu giyinmek mi olur
Olsun
İşte karşınızda ekimin sesi
Kasımın sesi sonra
Yağmurun eşliğiyle–çocuğunu emziriyor yaz–
Bundan böyle günlerimiz nasıl geçecek baylar.
Her şey o kadar dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
Dağınık, renksiz, bir mozayık gibiysem
Üstelik yalnızsam bir de – telefonda kuş sesleri –
Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar.
Sonra bir kır kahvesi kendini okurken
Masaları toplanmış, bardakları toplanmış
Tam kendini okurken
Derim ki bir semti iyi tanımak kadar
İyi tanımalı dünyayı
Açın radyolarınızı: eylülün sesi
Bu dünyada can sıkıntısının bir başka anlamı var baylar.
Elmalar silik silik kırmızı artık –olsun–
Gözlerimiz tozlanmış, kirli
Gizlisi yok, bu dünyada böyle sıkılmak iyi
Sıkılmak iyi baylar
Biz hazır tuttukça böyle
İçi yangında alev alev
Dışı buz tutmuş kalplerimizi.
GÜLTEN AKIN
(1933)
ACI İÇİN KARŞILAMA
Beyaz mendilde kara düğüm
Acılar bittiği yerde kalır
İncelir gövdesinde kadınların
Hastalıklardan sonra beyazlık
Yürek kara toprağa yönelir
İnsan daha mutlu acılar içinde
Gür kanı daha bir canlı
Sürse ya ne varsa götürmese ya
Biter rüzgârı başın gövdenin
Durulur küçülür yoksullaşır
Beyaz mendilde kara düğüm
Uykudan iyisi yok alın ellerinizi
Tutmuşum tutmamışım
Sevmişim sevmemişim
Şu yaşama şu ölüm
Beyaz mendilde kara düğüm
AYRILAR GEMİSİ
Bunlar en mutlu günleri ayrılığımızın
Yanaşmadan özlemenin limanlarına
Bir uzun hava içinde kendimiz kendimizin
Uzasın dönmenin saçları, çağırma uzasın
CEVAT ÇAPAN
(1933)
TEMMUZ, YILLAR SONRA
………………………Gülten Akın’a, Yaşar Cankoçak’a
Sıcak bir yaz günü, öğleden sonra,
eflatun dağların dibinde,
o sessiz arka bahçelerin birinde,
gölgesinde eriğin, şeftalinin, kaysının
fıskiyeyle oynuyor bir çocuk.
Gece kuşları yuvalarında daha.
Uzaklardaki çocuklarımızı, torunlarımızı
konuşuyoruz,
hangi pencereyi açsak bir görüp bir gözden
yitirdiğimiz.
Kim bilir nerdeler, ne yapıyorlardır şimdi?
Hem özlem, hem kavuşma bizimkisi.
Çay içiyoruz
mutlu bir sessizlik içinde.
METİN ALTIOK
(1941 – 1993)
KİRACIYIM BİR ACIYA
Sen ey kendiyle yetinen;
Fosforun yeri gece.
Ne yapar gecesiz ateşböceği?
Belki anlamsız ve delice
Kumrunun inanılmaz yuvası
Bir direğin tepesinde.
Ama boşluktur biraz da
Bir kuşu biçimleyen.
Bence böyle seni bilmem.
Sen ey kendiyle yetinen;
Ne derlerse desinler
Su eğimine gidecek.
San şaraba banılmış ekmek;
Deltasıyız bütün sözlerin
Ve söz sonunda bak nasıl
Senle bana gelecek.
Sen yarım kalmış bir aşkın
Kaçınılmaz sürgünü,
Katlanan göğsündeki kayaya.
Sen orda şimdi bir hüznü köpürt,
Ben bir çocuğa su vereyim burda.
Ben ki kiracıyım bir acıya.
Sen imzalarsın sabah akşam
Defterini bensizliğin,
Bense kanla öderim
Kirasını kaldığım evin.
Bir takvimi tersten açardık
Eğer isteseydin.
Sen ey kendiyle yetinen;
Artık suyumuz bulanık,
Bir güneş bile olsa sonunda
Yolumuz kırık, önümüz karanlık
Ve ağır tuğrası alnımızda
Padişah yalnızlığın
Ama yine de umudumuz kalabal›k.
ENİS BATUR
(1952)
FUGUE VII
Başka birinin yazdığı senaryoda
Sonra uzun bir sessizlik girdi araya.
İkisi de hareket etmiyordu, kadın
arasıra kalkıp müziği değiştiriyordu
bir tek. Kavgacı gençliği geçiyordu
gözünün önünden adamın, öfkeli
kırgınlıkları, örtünme dönemleri
ve ditlenme günleri – birikmiş
susuzluklar, yıkılmış iskambil kuleleri,
kaybolan arkadaşları : Yoldan çıkanlar,
bambaşka yollara girenler, yolda ölüp
gidenler. Hepsinin arasında biriki andı
parıldayan : Belki beklenmedik bir mola,
belki de sürgünde açmış bir parantez
çiçeği. “Hepsi bu”, diye düşünüyordu :
“Kendi yangınımızı kendimiz mi söndürdük hep?”.
Bilmiyordu ki : Çoktandır kadının bakışları
yüzünden geçen her dalgayı okuyordu.
Kaldırdı başını ve gözgöze gelince
kalem kırd› : “Başka birinin yazdığı
senaryoda oynamak istemedim ben”.
HAYDAR ERGÜLEN
(1956)
BOYNUM, ISSIZ BİR YURT GİBİ
suyum yok ey gecenin meleği nice susadım
– sus yazıcı ırmak senin içinde
yüreğinden çok su içtin kanmadın
sesim yok ey ulular ulusu konuşmayı özledim
– ey sözünü boğan dilsiz
yeryüzünü sustun ıssız yurda çevirdin
ışığım yok ey boşluğun bekçisi çok acıyor gözlerim
– kendi kandilini göremeyen kör
içine yanan mumlara pervane oldun
bedenim yok ey ay yapıcısa kadınıma gideyim
– unut seni dirilten yasak sevişmeleri
bundan geri suya dönüştü tenin
şiirim yok ey güzel harf defterime yazayım
– var git oğlan sürgün ol kâlp ülkesine
kalemi boynuna kırmışlar senin