İSTANBUL TÜRKÜSÜ / Orhan Veli

28/04/2010

İSTANBUL TÜRKÜSÜ

İstanbul’da Boğaziçi’nde
Bir fakir Orhan Veliyim,
Veli’nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde.
Rumeli Hisarı’na oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum:

‘İstanbul’un mermer taşları;
Başıma da konuyor aman martı kuşları;
Gözlerimden boşanır hicran yaşları;
Edalım
Senin yüzünden bu halim.
İstanbul’un orta yeri sinema;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş; bana ne?
Sevdalım
Boynuna vebalim!’

İstanbul’da Boğaziçi’nde
Bir fakir Orhan Veli;
Veli’nin oğlu;
Tarifsiz kederler içindeyim.

Orhan Veli


HAPİSTE YATACAK OLANA BAZI ÖĞÜTLER / Nâzım Hikmet

28/04/2010

HAPİSTE YATACAK OLANA BAZI ÖĞÜTLER

Dünyadan memleketinden insandan
umudun kesik değil diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye
yatarsan on yıl on beş yıl
daha da yatacağından başka
sallansaydım ipin ucunda
bir bayrak gibi keşke
demeyeceksin
yaşamakta ayak direyeceksin.

Belki bahtiyarlık değildir artık
boynunun borcudur fakat
düşmana inat
bir gün fazla yaşamak.

İçerde bir tarafınla yapyalnız kalabilirsin
kuyunun dibindeki taş gibi
fakat öbür tarafın
öylesine karışmalı ki dünyanın kalabalığına
sen ürpermelisin içerde
dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa.

İçerde mektup beklemek
yanık türküler söylemek bir de
bir de gözünü tavana dikip sabahlamak
tatlıdır ama tehlikelidir.

Tıraştan tıraşa yüzüne bak
unut yaşını
koru kendini bitten
bir de bahar akşamlarından.

Bir de ekmeği
son lokmasına dek yemeyi
bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.

Bir de kim bilir
sevdiğin kadın seni sevmez olur
ufak iş deme
yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir
içerdeki adama.

İçerde gülü bahçeyi düşünmek fena
dağları deryaları düşünmek iyi
durup dinlenmeden okumayı yazmayı
bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana
bir de ayna dökmeyi.

Yani içerde on yıl on beş yıl
daha da fazlası hattâ
geçirilmez değil
geçirilir
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir.

[Mayıs 1949]

Nâzım Hikmet


MASUM VE ÇIPLAK / Engin Turgut

28/04/2010

MASUM VE ÇIPLAK


Acıkmış düşlerinden, susamış ruhundan bak bana. Mavi ışığın boşluğa düşmesin, renklerin kalbine sızan suçsuz gözlerinle ışıldıyor çiçeklere su veren ellerim, görüyor musun? Hayalci bir avcı gibi sokuldum, bir kuş gibi havalanıp, masum ve çıplak bir uçuşla kondum uçlarına ve yanına uzandım ve birlikte bakıyoruz konuşkan yıldızlara. Sabahları erken uyanan bir doğa gibi, ne kadar da çalışkan kolların var senin. Kollarına sığınsam da hep esin perim olsan. Attila İlhan şiirleri okuyarak açılsak denizin sonsuz sarhoşluğuna Bilirim çiçeklerle konuşursun, bütün sokaklarına, dağlarına, bayırlarına aşk kaçmış senin. Yeryüzündeki bütün kelimeleri üzerine boca etsem onlarca şiir dökülür eteklerinden.

Martıların denizi koklaması, denizi öpmesi ne kadar güzeldir ve sen ne kadar güzel ve beyaz bir kadınsın böyle. Gökyüzü akıyor üzerinden. Gözlerin şiir odası değil de nedir? Gözlerini özlemekten sisli bir adaya dönüştü gövdem, görüyor musun? Düzyazı bir şiir gibi bakıyorum sana. Gövdemin hayatını altüst eden tutkunun ta kendisi olmalısın. Arzuyla bakan o sıcak masumiyetin aşktan daha da derin. Bak ne güzel uzandım bulutlarına. Gözlerinin önünde eğildim. O masum ve çıplak yanınla dokun üşüyen dudaklarıma.

Kalbinin duvarlarına resimlerini yaptım. Bir rüya merdiveni bulsaydım da arzuyla bakan gözlerinin avlusunda sabahlasaydım. İştah uyandıran tenha yerlerine bakmaktan bıkmadım. Dildaşım sen ne güzel susuyorsun böyle, sana çok hayranım. İnsandaşım sen ne güzel gülümsüyorsun böyle, sana çok susadım. Islak ağzından şurup yaptım hadi gel kana kana içelim. Akide şekeri kokan dilin güzel kelimeler karnavalı, senin her kelimen aşka çıkıyor. Kalbin porselen midir, kötü bir kelimenin rüzgârından kırılacakmış gibi duruyor. Elma ağacı yüzlü sevgili, yanaklarını okşayasım, yüzüne dokunasım geliyor. Ahşap bir derdim var benim. Beni bir güve gibi yiyip bitiriyorlar. Bu aşk şalını çıplak omuzlarına örtmeliyim. Bak bunlar benim kelimelerim, onlar da çok üşüyorlar. Tatlı kurbağam benim, neşeli bir ıslıksın ağzımda.

Gülümsemenin ay parkında salıncakta sallanan çocukların coşkusunu taşıyorsun. Gözlerindeki o derin ikram ve davet iyiliğin ve sevincin billur bahçesi olmuş. Taş suyu içti, ben seni içmeye doyamadım. Parıldayan bir istiridyeyim sana ben, incim olur musun? Öksüz ve yetim bırakırsan bu aşkı, yıldızlar ağlamaya başlar ve bu şiirdeki makamın canı acır. Farid Farjad yağmurun ve İstanbul’un ruhunu ısıtıyor, duyuyor musun? Ve durmadan bir efkâr gibi yağan bu yağmur ikimize ne kadar da çok yakışıyor biliyor musun? Salacak vapurunda unutulmuş bir şapkanın rüzgârı esiyor ve mutlu bir sabah kahvaltısı kokuyor o uzun ve ince ellerin.

Ve ben seni Vivaldi’nin dört mevsimine de sığdıramam. Benim için bir yaz meleği tadındasın, hercai menekşeler dökülüyor kıvranan kıvrımlarından. Dünyamızın yarısı yaz ama yarısı yasta. Elimi kalbime götürsem de söylesem. Kutsal meleklerin kanatlarını kopardılar. Bak artık göller kurudu, nehir akmıyor, yağmur herkese yağmıyor, balıklar küstü, yaralı bir çağın ayakları birbirine dolaşıyor. Kan ve gözyaşından geçilmiyor rüyalarımız. Rüyalarımıza ve düşlerimize el koymuşlar. Hadi gel yeni bir çağın serçe kalbiyle aklımızı temizleyelim. Kapansın kara delikler ve çekip gitsin tarihin katil yüzlü, zıvanadan çıkmış çirkin yüzleri.

Günaydın ey gözleri İstanbul parıltısı sevgili, kalbindeki Şems hep açık kalsın, Günaydın Goran Bregoviç’in ritmik kalbi. Günaydın “Çingeneler Zamanı”. Bugün günlerden seninle yapılan küçük domatesler kahvaltısı. Günaydın esmerliğini aşkın masumiyetinden almış ruhu Tango’dan geçilmeyen masum ve çıplak sevgilim. Acıkmış düşlerinden, susamış ruhundan bak bana!

Engin Turgut


GÜZELLEME / Turgay Gönenç

27/04/2010

GÜZELLEME

Köşeyi dönünce mosmor bir ağaç
Yüzün senin

Taşlardan evlerden sıkıldığım yerlerde birden o deniz
Yüzün senin

Karanlığın dönüştüğü güneşler
Yüzün senin

Sıcak otsuz kumlarda ansızın bir çiçek
Yüzün senin

Dökülen sıvasında birden o eski evlerin
Yüzün senin

Kim demiş eskir o yüzler korkulan alışkanlıklarla
Yeni bir yüz getirir akşamıma korkular
Ve yüzün senin.

Turgay Gönenç


İPTE UNUTULMUŞ GÖMLEK / Hüseyin Şahin

27/04/2010

İPTE UNUTULMUŞ GÖMLEK


Gözlerim görmez oldu / Gözümden akan kandan”
Fuzuli

Her çocuk biraz gecikmedir evine
Öpmektir tekrarı annelerin

Işık alıngandır, sularla yüzleşince ömrü
Buğusuyla savrulurken gülün,
Anne rengini aldığını bilir

Kalp kırılır, gurbetini tanımlayan
Eski bir gece çıkar-gider koynumdan.
Anlamak kanayıp duran sevda alışkanlığı olur.
Yankısız yuvalar düşer kuşlara.
Su uçurumda tanışır sesiyle,
Karanlığını bilmez uçurum, sır kalır içinde

Sonra, aşkla yorumlar kendini gül
İpte unutulmuş gömlek yitirir rengini
Bütün suçu üstlenir lavanta kokulu bir pencere
Ateşe verir içindeki yüzü, leyla

-Ölüm de ayrılık da sanadır
Aşkla onarıyorsun ya kalbini-

Su acı akıyor
Trenler hüzünle, raylardan
Taş burcunda doğmuş bir söz ağzımda
Öpüldüğü yerde incir oluyor
Dünyanın kederine dair

Bu yüzden kimsesiz değil, hiçkimse
Nerde olsa bulur kırıldığı kadar zamanı, söz

Ah bir yel olsaydım
Bir yel olsaydım eğer
Bu kırgın duruşunu çıkarırdım
Eriyen çocukların gövdesinden
Anlamaya çalışarak kül olan evlerin iyiliğini

Anladım, kokladıkça toprağa tutunur gül
Uçurum küser
Derken bir kıyamet türküsü: “pişman değilim”

e-ütopiya 1, kış’07

Hüseyin Şahin


YAĞMUR / Ahmet Hamdi Tanpınar

25/04/2010

YAĞMUR


Uyu! Gözlerinde renksiz bir perde,
Bir parça uzaklaş kederlerinden.
Bir ruh gülümsüyor gibi derinden,
Mehtabın ördüğü saatler nerde?

Varsın bahçelerde rüzgâr gezinsin,
Yağmur ince ince toprağa sinsin,
Bir başka âlemden gelmiş gibisin,
Dalmış gözlerinle pencerelerde.

Ahmet Hamdi Tanpınar


NİDÂ / Ahmet Telli

25/04/2010

NİDÂ


………………Erdal Eren ile Necdet Adalı’yı düşünürken

Tektekçi meyhanelerde terlemişti içimdeki çakal
Bıyıklarımın hâlâ ayva ve rakı kokması bundandır
Kendimi en zâlim şarkılar makamına yolcu ederken
Fiyakamı ödünç alırdım açıkhava sinemalarından
O zamanlar biz, ohhoo iki kafadar bir araya gelsek
Yelkenleri fora edip hayallerimize, giderdik giderdik
Sesimiz sıtma görmemiş ruhumuz mürekkep içmemişti

! Hercai birer nidâ idik yıldız şavklarıyla oynaşan

Mürekkep dedim de başıma belalar açan mektuplar
Yazardım yeşil mürekkepli pelikan dolmakalemimle
Hasarlı bir hayat gibi duruyor hâlâ o pelikan bende
Babamdan yalvara yalvara almıştım orta ikide
Esat Mahmut Kerime Nadir günleriydi, bir de Pekos Bill
Çilli bir kızda denedim kemendi ilk kez boşa çıktı
Okul ve ev kaçağı sayıldım, adım hep öyle kaldı

! İmlâsızdım anneme sorsalar, haylaz bir nidâ

Genciken, günler her şeye yeterken, berduş bulutlar
Gibi dolaşırken dünya denilen alacakaranlık güzergâhta
Cesaretimi ilk kez nerede keşfettim düşünsem hatırlarım
Belki korkuyu tepeden tırnağa yaşadığım bir gündü
Söz çakmaktaşından sıçrayan kıvılcım olsa nafiledir
Hükmü hengâmedir artık kalbim dediğim muallakta
Geyiğini yitirmiş dağ, şiirini unutmuş dil neye yarar

! Hepsi acı bir eyvah olmuştur, sitemkâr bir nidâ

Polisle çatışırken bitti galiba çocukluğum ve ilkgençliğim
Yoldaşlık günleriydi; “Kardeşler!” diyordu içimizden biri
“Dağın geyiği, dilin şiiri tanık olsun; anamızın ak sütü
Tanık olsun ki haklıyız, kazanacağız!” Barikat günleriydi.
Yaralı bir kardeşi taşırken omzumda, cesaret diyordum
Sesimde tereddütsüz geziniyordu en delişmen tay
Vahşi bir vadiden akıyorduk toynaklarımız kan içinde

! Alev bir nidâ idik ve arkadaşlık günleriydi

Hayatın bir hikâyesi varsa bizimki biraz da bu idi işte
Ölüm en gencimizden yakaladı, on yedisindeydi
Şimdi uzun uzun susuyor belleğini yitiren kim varsa
Çağ nedir, unutuş ne; zaman bir iğne deliğinden geçip
Darası oluyor birikmiş anıların ve ölümlerin
Kekeme bir tarih yazıcısının bize ayırdığı sayfada
Kanlı bir nidâ işaretiyiz, tarihin imlâsını bozan

! Yaralı bir nidâyız yaşadığımız bu dünyada

Ahmet Telli


ACININ COĞRAFYASI / Turgut Uyar

22/04/2010

ACININ COĞRAFYASI


kente kapandık kaldık tutanaklarla belli
sirk izlenimlerinden seçmen kütüklerinden
yüzlerimiz temmuzdan ötürü sallanır ve uzar
ve her köşe bir tuzaktır
birer darağacıdır her meydan saati
öğle vaktini kesinlikle gösteren
oysa hep güçlü dağları görmenin zamanıdır

çığlığım uzun uzun kalır içimde
yani güller giyinmiş bir adam nerde ben nerde
rüzgâr bir dirimi dört yöne bölerken tepelerde
ve gece duruşmasından yeni çıkmışken
sabahın terazisi eksik tartar gölgemi

artık öyle açık ki kuşkuya yer yok
kim gelirse gelsin acıya hep yer vardır
tutanaklarda duvar diplerinde ve bazı yerlerde
örneğin çukurova ve mekong köylerinde
acıdır ağacın gölgesini yapan
bunu herkes bilir

kutsal acı besleyen acı sütünü emiyoruz
yatıyoruz seninle terli döşeklerde
saati seninle kuruyoruz bir çalar saati
sen donatıyorsun kalbimizi
kalbimiz çoğu zaman yeterli ve ürkek
kendi çoğunluğunu kendi üreterek

kente kapandık kaldık iki cadde iki alan bir saat
mutsuzluk acıya varana kadar
artık yeminimiz bir tatar gölgesi gibi
öyle bir gölge ki belki çok dardır
kısa vakitlerinde aceleci akşamın

artık öyle açık ki kuşkuya yer yok
acıya hep yer vardır aramızda
dört cepli yeleğim aynı kolaylıkla taşır her şeyi
bozuk paraları da umutsuzluğu da
aynı kolaylıkla tutmuş gibi olurum
güneşin yedi renk ayasını

biliyor musun güçlü dağları görmenin zamanıdır
şimdi bir bağırsan çok iyi biliyorum
ya da üst üste silah atsan
kent tepinir belki bütün kuşlar uçar
belki değil mutlaka
ama
bir tanesi mutlaka kalır.

Turgut Uyar


BİZ KİMİZ ? / Ahmet İnam-Cengiz Güleç

22/04/2010

SÖYLEŞİ : BİZ KİMİZ?

Ahmet İnam, ODTÜ Felsefe Bölümü Başkanı, Felsefe Kurumu üyesi, 18 kitap yazmış uluslararası düzeyde saygın bir akademisyen. Cengiz Güleç ise ergenlik psikiyatrisinin önde gelen uzmanlarından, Fransa’da, Hacettepe Üniversitesi’nde ders verdi, TBMM’ye girdi, Ecevit Hükümeti’nin kültür bakanı adayıydı. 60’ına merdiven dayayan iki akademisyen ayda bir buluşup, ciddiyeti tatile gönderiyor.

Demlendikten sonra teybin düğmesine basıp varoluş, ego, bunaltı, cinsellik, tasavvuf gibi zorlu kavramları iki haşarı liseli üslubuyla tartışıyor. Nükte, argo, hatta küfür serbest. Hayvan Dergisi’nde “Şen Profesörler” başlığıyla yayımlananlar işte bu metinler. Kavuklu’yla Pişekar’a benzetilen ikili “Kesinlikle Dümbüllü’nün kavuğuna aday değiliz” diyor. “Anadolu Hayvanları” ikilisiyle buluştuk. 4,5 saat, bir şişe viski, yarım şişe rakı tüketip “karizmayı çizdirmeyi neden göze aldılar”ın cevabını aradık.

BİZ KİMİZ?

Biraz Kavuklu-Pişekar biraz da Mevlânâ-Şems


Birbirinizi başkalarına nasıl anlatırsınız?

C.G – Sırlarını bildiğim için rahatlıkla anlatabilirim: Muzip bir çocuktur. 20 yılda hiç depresif ruh halinde rastlamadım onda. İddiacı değil. Ama hayatta iddia sahibi. Muzipliğiyle kendini, çevresini hoşnut tutuyor. Hayatının baharında. Buluştuğumuzda bu ruh halini bana da bulaştırır. İnsana ve hayata gömülüdür. Bunlar üzerine düşünce üretmekle birlikte hayat acemisi, mahcup, toydur. Hatta kabaktır. 10 yıl seminer verdiği 10 kişiden 5’inin ismini hatırlamaz. Onları toplu varlık gibi algılar. Safiyetiyle belalardan korunur. 55’inde ehliyet aldı, şimdi başı dertten derde giriyor. Bir de herkesten güzel kahkaha atar.

A.İ – Akademisyen bilgilendikçe sezgisini kaybeder. Cengiz ise güçlendiriyor. İnsanları dünyasına buyur etme yeteneği müthiştir. Büyük dalgaları aşıp, çırpıntıdan yılması kötü özelliği. Bu yüzden düşük verimlilikle çalışır. Kitap yazacağına briç oynar; sabaha kadar güzel türküler söyler. Sorguladıkça kendinden hoşnut olmama durumu büyür, asabileşir. Başını okşarsan dünyanın en iyi psikiyatristi olur. Ama hayat hep baş okşamaz. Hüzünlü adamdır, soyadının aksine nadir güler. Kahkahama bakıp insan olmanın acısını hiç yaşamadığımı düşünür, bilmez ki geberiyorum acıdan. Kemirmekten elimde tırnak kalmadı.

İçki masası, kültür ve sanatın dışında hayatta başka neler paylaşırsınız?

A.İ – Sadece bunları ve ortak ruh halini paylaşıyoruz.

C.G – Aradan yıllar geçtiği hiç görüşmediğimiz olmuştur. Ben arama özürlüyüm çünkü. Ama buluştuğumuzda aynı sıcaklıkla devam ederiz. Kişiliklerimiz çok farklı. Ben ayrıntıcıyım, insan ilişkilerinden giyimime kadar her şeye özen gösteririm. Sevemediklerime kapımı açmam. Derin mutsuzluklarım, coskularım vardır. Hedonistim. İçmeyi bilirim, o bilmez. Ne bulursa içer, sarhoş olur. Giyimine önem vermez, hep simsiyah giyinir. Çilecidir. Ruh hali dalgalanmaz. Buna karşın iki farklı ve tam kişiliğin birlikteliğidir dostluğumuz. CTV’deki programımızdan övgüyle bahsedenlere, nedir hoşunuza giden, diye soruyorduk. Felsefeden anlamadıkları halde, sohbetimizi çok sevdiklerini söylüyorlardı. Halvet hali böyle bir şey. Farklılıklarımızla birlikteyiz. İki tam insanın birlikteliği bu. Yarım insanlarla ne halvet olur ne de aşk.

A.İ – İşte bu nedenle nisan gelmiş, biz aşık olacak insan bulamıyoruz. Nietzshce ne demiş “Oltamı attım, balık çıkmadı, çünkü yoktu.” (Kahkahalar)

C.G – Balık tutulacak yeri bulmak bir sezgidir, Nietzsche’ninki de hıyarlık kardeşim.

A.İ – Avlamamak güzeldir. Boş dönen avcıyı çok severim. Ceylanı, tavşanı görmüş, vurmaya kıyamamıştır. Akademisyenin hıyarı her gördüğü ağaç dibine ateş eder. Biz avcı değiliz. Kavramları vuramayız. Teorileri eğip bükmeyiz. Taklit değildir sözümüz, yaşadığımızın teorisini yaparız.

Birbirinize nasıl katlanıyorsunuz? Mesela elektrik mühendisliğinden gelen felsefeci Ahmet İnam, 2001’de Çek Cumhuriyeti’ndeki felsefe konferansında psikoterapi üzerine bildiri sununca neden kan çıkmadı?

C.G – Bütün psikiyatri çevresi onu tanır. Son 10 yılda benden çok psikiyatri konferansına katılmıştır. Tanışıklığımız da buradan kaynaklanıyor. 15 yıl önce muhafazakar çevrelerin düzenlediği bir konferansta tanışmıştık. Maneviyattan bahsettiği için onu çok severler. Oysa ateisttir. Benim de sol kimliğime karşın, muhafazakar çevrelerle diyaloğum iyidir. Herkes Bektaşi ruhlu olduğumuzu bilir.

A.İ – Onunla karşılaşmam Tanrı’nın bir lütfudur.

DERDİMİZ NE?

Borçlu doğduk, hep çalışacağız, mezar taşında
Burada borçlu bir hıyar yatıyor yazacak

İmaj çağında, narsisizm salgını kol gezerken profesör karizmanızı çizdirmeyi neden göze aldınız; çok mu sıktı profesör cübbesi sizi?

A.İ – Memur akademisyen işini yapar. Oysa bilgi sorumluluk getirir. Bilimadamı bilgisini hayatla paylaşmak istiyorsa kalıpları kırmak zorundadır. Cengiz’le birlikteliğimiz, bilgiyi içselleştirme, paylaşma kaygısının sonucudur. Çoğu kişi hayattan alacaklı olduğunu düşünür. Bu nedenle mutsuzdur. Biz borçlu olduğunu düşünenlerdeniz. Dine inanmamakla birlikte, bizi var kılan güce borçluyum, insanlara, toprağımıza, kültürümüze borçluyum. Akademinin dışında, her fırsatı değerlendirip toplumun karşısına çıkmalı ve bilgimizi paylaşmalıyız. Hayatım boyunca bu doğrultuda çalışacağım, yine de ölürken borçlu gideceğim. Mezar taşımda “burada borçlu bir hıyar yatıyor” yazacak.

C.G – Profesyonel felfesecilerin dünyasında Ahmet bir boyalı kuştur. Bir yıldır Cumhuriyet Dergi’deki yazılarında onlarla hesaplaşıyor. Ben de profesyonel psikiyatristler dünyasında hastalık yerine hep insandan bahseden bir hekimim. İkimiz de alanımızda ayrıksıyız. Karizmaya, cübbeye, şan ve şöhrete ihtiyacımız yok. Mizaha karşın her tezimizin arkasında bilgi vardır. Bizi, düşüncelerimizi bilerek çağıran her davete açığız. Muhafazakar kesimin toplantılarına da katılıp, konuşuruz. Bilgimizi paraya ya da şöhrete tahvil etmek peşinde değiliz. Tam tersine ciddi sorunlar yaşadım. Aktif politikaya CTV’deki program yüzünden girdim.

Nasıl?

C.G – Programcı Bahar Daldal’ın önerisi üzerine haftada bir, gündemsiz ekrana çıkıp tartışıyorduk. Anadolu’da edep ve eren kültürü üzerine konuştuğumuz bir akşamın ertesinde DSP’den davet aldım. Rahşan Ecevit izlemiş, etkilenmiş. DSP’ye girip milletvekili olduktan sonra CTV kapandı. Ulusal Kanal’dan davet aldık. Samanyolu ya da Kanal 7’den davet gelse, oraya da giderdik. Hangi kuruluş çağırırsa gider konuşuruz. Hayvan Dergisi de böyle gündeme geldi.

A.İ – Çünkü insan ve hayata dair söyleyecek sözümüz var. Biz konuşurken keşfediyoruz. Horoz dövüşü yapmadan, farklılıklarımızı koruyarak tartışıyoruz.

Hayvan Dergisi’ndeki konuşmalar tamamen emprovize mi, metin üstünde oynuyor musunuz?

C.G – Bir arkadaş geliyor. Tema yalnızlık olsun, diyor. Teybi açıyor. Bir saat konuşuyoruz. Sonra kesip, biçip kullanıyorlar. Biz dergiyi basıldıktan sonra bayiden paramızı ödeyip alıyoruz.

Öğrenciler, akademisyen dostlar ya da çocuklarınızdan itidal çağrısı geliyor mu?

C.G – Son konuşma çok küfürlüydü. Bunları çıkaracaklarını düşünüyorduk. Yayımlanınca endişeye kapıldım. Neyse ki ben dikkatli davramıştım ama arkadaşım adına hicap duyuyordum. (Gülüyor) Tepkiler şaşırtacak kadar iyi oldu. Çocuklarım zaten bizi bilir, şaşırmadı.

A.İ – Okuldaki resmi kimliğim nedeniyle tepkilerini pek sezdirmiyorlar. Yine de yan gözle istihza dolu bakışlarından “Hoca, Hayvan’daki vaziyeti gördük” demek istediklerini anlıyorum. (Kahkahalar) Oğlum kocaman cüsseli bir adamdır. ODTÜ’de fizik doktoru. Ona “ağabey” diye hitap ederim. Kavukluyla pişekarı oynadığımız söyleşiler eminim çok hoşuna gidiyordur.

Aman Ferhan Şensoy duymasın. Kavuğu Cem Yılmaz’dan zor kurtarmıştı. Şimdi de iki profesör çıktığını duyarsa bir kaza çıkabilir.

A.İ – Endişeye mahal yok, kavuğa aday değiliz.

KENDİMİZE NEDEN
ANADOLU HAYVANI DİYORUZ?

Oryantalist Anadolu hıyarlarına düşmanız

En büyük kaygınız insan, ama adam gibi adamı tanımlarken “Pergel”, “Hayvan” gibi sözcükleri seçiyorsunuz. Neden?

C.G – Hayvan Dergisi’nden teklif gelince ismine tepki gösterdim. Ahmet ise hay’ın Arapça’da ruh ve can anlamına geldiğini söyledi. Evet, Anadolu’da can bulmuş varlıklarız ikimiz de. Hint, İran, Kafkas etkileri ve bu toprakların birikimiyle Anadolu’da çiçek açan tasavvuf kültürünü sahipleniyoruz. Pergelin sabit ucu gibi bir ayağımızı Anadolu’ya basıp diğeriyle dünyayı tarıyoruz. Bize “Şen Profesörler” deseler de Anadolu canları, Anadolu Hayvanlarıyız.

Ahmet İnam hıyar ve hıyarlığın önemini kavrayıp, tüm yazdıklarını yakmaya, “Hıyaran” kitabını yayımlayıp hayatını vaaz vermeye adamıştı. Anadolu Hayvanları’nın şimdilerde hıyaranla arası nasıl?

C.G – Üzerine bastığı zenginliğin farkında olmayan, Oryantalist ruhlu Anadolulu hıyarana kızıyoruz.

A.İ – Topraklarındaki hıyara bile sahip çıkacaksın. Elinden tutup, seni seviyorum, diyeceksin. Ondan çiçek yapmaya çalışacaksın. Bu bir çile işi, şımarıklığımız boşuna değil. Çileden geçip bu noktaya geldik. Anadolu Hayvanları olarak çok çile çektik. Karılarımız bizi sallayıp pencereden attı, başkaları üzerimizde tepindi. Mesela dört saattir konuşuyoruz. Gecenin 11’i oldu, eve geciktim. Karım şimdi beni dövecek. Ama şikayetçi değilim. Çok muhterem bir insandır. Kapıda beni oklavayla beklemesi sayesinde adam oldum. Yoksa uçarı bir insan olurdum.

Anadolu şovenizmi bir tehlike midir?

A.İ – Ne Oryantalist aydın gibi aşağılıyor ne de ölçüsüz yüceltiyoruz. Bu kültürü içselleştiren Anadolu Hayvanı, “Ben Eskişehir ya da İstanbul’daki hayatı anlatmazsam gezegendeki hayat eksik kalırdı” diyebilmeli. Birikimiyle evrensel kültüre katkıda bulunmalı. Biz çığlık atmazsak, Türkmen, Alevi, Kürt, Ermeni, Rum ve binbir farklı etnik grupla bu toprağın farklı bir yapısının bulunduğunu, üzerinde yaşamanın ayrıcalık olduğunu anlatmazsak hıyarlıklar devam edecek. Biz insana, Anadolu’ya ilişkin çığlık atıyoruz. Ama Afrikalı’nın, Avustralya yerlisinin, zenci, homoseksüel, farklı düşündüğü, şeytani olduğu için dayak yiyenin çığlığını da içimizde duyuyoruz. Teklifim şu: Anadolu’da en iyi gırnata çalanı bulalım. O çalsın ve bütün Anadolu insanı, içinde yüzyıllarca biriktirdiği trajediyi duyarak, özgün kimliğini koruyarak hep birlikte dans etsin. İşte o zaman gerçek Anadolu’yu göreceğiz.

C.G – Cevat Şakir ve Mavi Hareketi, Ion kültüründen sonraki 1500 yılı yok saydı. Biz, Bizans ve Osmanlı’yı da ekliyoruz. Bu topraklardan ayrılan Ermeni ve Rumların ağıtını tutuyoruz. Genetik, kültürel çeşitlilik açısından kıta özelliği gösteren Anadolu zenginliğini önemsiyoruz. İrene Melikov hayatını Hallacı Mansur’u anlamaya adıyorsa, bunun bir sebebi olmalı. Bununla birlikte Doğu Akdeniz’in dünya kültürünü çölleşmekten kurtaracağını savunuyorum.

İnsandan bahsederken cinselliğin ıskalanmasına çok sert tepki gösteriyorsunuz, nedir Anadolu Hayvanı’nın şikayeti?

A.İ – Felsefenin tarihsel yanlışı Platon’un vücudu reddetmesinden kaynaklanır. Bulutlarda oturuyor, kıçıyla buluta oturduğunu fark etmiyor. Descartes aynısı. İkisinin de düzenli seks hayatı yok. Adam gibi sevişemeyenden felsefeci olmaz. “Piştim elhamdülillah” diyormuş gibi “Seviştim Elhamdülillah” diyeceksin. Ben bunu Nietzsche’den öğrendim. Schopenhauer bedeni çok teorize etmiş, hadımlaştırmış. Hasta olan Nietsche ise ruhun bedenden kaynaklandığını, ama ondan yüce olduğunu söylüyor. Anlıyorsun ki seviyorsan dokunacaksın.

C.G – Ahlak ve libidoyu aynı oranda gözetmezsen bir b.k olamazsın. Beden ve cinselliği reddederek uygarlık kurulamaz.

GENÇLERE NE SÖYLÜYORUZ?

Çocuklar bulunduğunuz yerle yetinmeyin, ilerleyin!

Günümüzün marka dünyasında kafası karışan gençlerine, endeks ve parite izlemekten başı dönen yetişkinlerine ne tavsiye edersiniz?

C.G – Kafa karışıklığı çok iyi bir şey. Hayatı sorgulamayan, kafası hiç karışmayanlar var çünkü. Bin yılın birikimini kucaklayan iki Anadolu Hayvanı olarak şunu tavsiye ediyoruz: Sahip olmaya çalışma. “Ol”maya çalış. Olmak yola çıkmaktır. Bu yolculukta harita verilmez, tavsiyede bulunulmaz. Kendini, hayatın ırmağına bırak. Becerilerini, kendini keşfet. Sürüklenme, kendi rotanı çiz. Oysa günümüz insanı ırmağa girmeye korkuyor.

A.İ – Yürüyorsan yol arkada olmalı. Önünde değil. Sen yürüdükçe yol ortaya çıkmalı. Evet, çok riskli. Levha yok, çizgi yok. Yaşamak riski göze almaktır, cesarettir. Korkaklar, kaçaklar, ardına sığınacak bir şeyler arayanlar yaşadıklarını sanır. Herkes kahraman olamaz ama hayatı karşılayabilir. Annesini, babasını, öğretmenini, patronunu karşılayabilir. Mesela ben bastı bacak, kel kafalı, genetik falsoları olan, Sandıklı’dan çıkan bir adamım. Bunu kabul edip, simyacı gibi çalışarak varlığımı ileri noktaya taşıma gayretindeyim. Kendimi aşmaya çalışıyorum. Kendimizi tanıyıp buna teslim olmak yerine, aşmaya çalışmalıyız. Sokrat’tan bu yana insan şunu biliyor: Doğurdukça, yarattıkça yaşayacak. Cengiz’le gençlere şunu tavsiye ederiz: Çocuklar bulunduğunuz yerle yetinmeyin, ilerleyin! Benim de bir sözüm var, deyin.

ÇEKİRGE SORDU HOCALAR CEVAPLADI

Bahar felsefeciyi mi psikiyatristi mi daha fena çarpar?

Ahmet İnam – Nisan ayların en zalimidir, diyor T. S. Eliot. Nisan vesilesiyle psikiyatristle felsefecinin çarpışması, toslaşması gayet iyidir. (Kahkahalar) Gerçi biz ayda bir kez toslaşıyoruz, değil mi Cengiz?

Cengiz Güleç – Ben taş gibi duruyorum vallahi. Bahar sokaktaki insanı gerçekten fena çarpıyor. İnsan çarpmışları düzeltmeye çalışırken, rastladığım ruh hallerinin güzelliği beni de çarpıyor.

A.İ – Hoca seni nisan çarpmamış olsa bunu fark etmezdin. Bence senin gözüne nisan kaçmış.

Bahar aşksız çekilir mi, aşk yüzünden baharı ıskalayan dövünmeli midir?

A.İ – Şimdi konuşacağım ya, kendimle çelişen şeyler söylemekten korkuyorum. (Kahkahalar) Aşk için bile olsa baharı kaçıran dövünmezse, mutlaka dövülmeli. Aşk sadece baharda gelmez. Ayrıca farklı aşk türleri vardır: Doğa, bilim, sanat. Erotik aşk aklıma geliyorsa namerdim! Baharda biraz duvara tırmanıyoruz, o kadar. En iyisi yoğurt yiyip sakinleşmek. Aslında insan her dem kuduruktur. Haydi itiraf edeyim. Aslında bahardan ödüm kopuyor.

C.G – Biz beden ve zihin ayrımına şiddetle karşıyız. Yakalasak Descartes’i fena döveceğiz. Uyanış zihinde yaşanmaz sadece, bedenin bütününde yaşanır. Birey içindeki hayvanla yüzleşmekten korkmamalı. Baharda libido yükselince bu uyanışla nasıl başa çıkacağımızı şaşırıyoruz. Gözümüze bant geçiriyoruz. Oysa birey beden ve ruhundaki uyanışa kulak vermeli. Buna çevresini, içinde yaşadığı kültürü de katmalı.

Felsefeci mi daha ikna edici aşıktır, psikiyatrist mi?

A.İ – Hiç kuşkusuz psikiyatrist. Ben sadece Platon’dan bahsedebilirim.

40’ın azgınını teneşir mi paklamalı?

A.İ – Gençken hep 60 yaşına geleceğim günleri bekledim. Bedenimin namussuz kışkırtıcı özellikleri azaldı. Huzur içindeyim şimdi. Bedenimizin, aklımızın, ilişkilerimizin, duygularımızın kıymetini bilmeliyiz. Sevişme sadece orgazm değildir. Karşıdakinin ruhuna düşünce, bilgi, kültür, duygu birikimiyle dokunmak müthiş bir zenginliktir. Bunu porno kitapları yazmaz.

C.G – 40’ın azgını söylemini icat edenler isteyip de azamayan kazmalardır. Kendini hayata bırakanları olumsuzlamak, statükoyu korumak için bu şablonların arkasına sığınırlar. Kazmanın azması başına iş açar. Adam gibi adam, 40’ında yıllanmış şarap kıvamına gelir. Hayata katılma cesareti varsa bunu alkışlarız.

TÜBİTAK başkanını kendisinin atayabilmesi için yasa değişikliği hazırlatan Başbakanımız bu koltuğa bir karikatürcü oturtabilir mi, uygun mudur sizce?

A.İ – Ben başbakan olsam kesinlikle karikatürcü atardım, çünkü gerçekliği iyi bilirler. Einstein, Newton, Heisenberg, Max Planck aslında birer karikatüristtir. Bilimin kurduğu modeller gerçek hayatı tam olarak yansıtamaz, birer karikatürdür. Laf aramızda Tayyip Bey’in yaptığı büyük bir saygısızlık, çünkü TÜBİTAK başkanı iyi bir akademisyendi. Yeni başkanı bilim adamları seçmeli.

C.G – Gerçek bilimadamı muziptir. Bilimin mutlak gerçeği temsil etmediğini, dogmalaştırılamayacağını bilir. En iyi örneklerinden biri Erdal İnönü’dür. Ancak onun gibi bir bilimadamı başbakan TÜBİTAK’a başkan atayabilir. Başkanın mutlaka ODTÜ’lü fizikçi olması gerekmez. Çünkü ODTÜ’lü kötü örnekleri gördük. İşletmeci olabilir. Tercihim bir filozofun atanması.

Felsefe, psikoloji bilmek, Xanax’a sığınmadan hayata tahammül etmeyi kolaylaştırır mı, ruhta bir kilo pirzola etkisi yapar mı?

C.G – Psikiyatri tehlikeli şekilde insandan uzaklaşıyor. İnsan ruhuna dokunmadan, tahlillerle, ilaçlarla sorunlara çözüm bulmaya çalışan biyolojik psikiyatri akımı artık ilaç firmalarına çalışır hale geldi. İnsandan korkuluyor. Nedenlerinden biri, geçmişte iç içe olduğu felsefeden kopması. Bu psikiyatrinin intiharıdır. Oysa psikiyatrist felsefeye yakın, bilge kişilikli bir hekim olmalı. Hastalıkları iyi bilmek yetmez. Bilgelikten yoksunsa insan konusunda bilgisiz, hayat konusunda yayan kalabilir. İşte Ahmet’le 20 yıllık beraberliğimizin temelinde de bu çaba var; ilk kez ifşa ediyorum bunu. Psikiyatri serotoninle, felsefe de bilim teorisiyle sınırlı kalacaksa en iyisi pirzola yemektir. Bir tutam kahkaha insana çok daha yararlı çünkü.

Cezaevi koşullarını gündeme getirmeye çalışan gençler neden paspas edilir: A) Psikolojiyi zedeledikleri için, B) Milli felsefemize aykırı düştükleri için?

A.İ – Bir yandan gelenekleri korumaya çalışırken bir yandan AB’ye girme çabası büyük bir sosyal kaos yaratıyor. Bence bu bir nimet. Bu çelişki ve kaos Dostoyevski, Rousseau ayarında müthiş felsefeciler, romancılar çıkmasını sağlayabilir.

C.G – Ahmet, itibar düşürmek için felsefe dünyasına sokulmuş bir Truva Atı’dır. Anadolu binlerce yıllık, kıtaların kültürel zenginliğe sahip bir toprak parçası. Kaotik değil, dinamik, yaratıcı. Tükenen Avrupa uygarlığı ve dünya için bir nimet. Bence dünyanın kurtuluşu Akdeniz uygarlığında.

Okumak cehaleti alırsa, baki kalan eşeklikle nasıl başa çıkılır?

C.G – Hayvanın böylesiyle karşılaşmamıştık hiç.

A.İ – Hay sözcüğü ruh, can anlamına gelir. Bu nedenle Cengiz’le biz kendimize Anadolu Hayvanları adını taktık. Anadolu’nun ve hay’ın önemini biliyoruz çünkü. Memleketimiz memur akademisyenlerle dolu. İnsan öncelikle kendini tanımalı, sınırlarını bilmeli. Kendine sormalı: Ben Mozart mıyım, Salieri miyim? Salieri kendini tanımıyor, Mozart’ı kıskanıyordu. Mesela ben sınırlarını bilen bir felsefeciyim. Salieri olduğumu biliyorum. Yeteneklinin alnından öperim. Tanrı’ya kızacağıma beni böyle yarattığı için teşekkür ederim. Ama ona kıçımı göstermekten çekinmem. İşte sadece bu eylem Salieri’yi zekasıyla Mozart’ın doğal dehasına yaklaştırabilirdi. Aynı şeyi tarihe, kültüre yapabilmek gerekir. Saygısızlık çağrısı değil bu: Türkiye Cumhuriyeti’ne, doğaya, sevgililere, dostlara arkadaşlarımıza bize verdiklerinden dolayı teşekkür edelim. Ama popomuzu göstermekten kaçınmayalım. Bu, farklı olmanın, kendimizi aşma kararlılığının manifestosudur. Çaresizliğinin, sınırlarının farkına varan insan bunu aşmanın yolunu bulur.

C.G – Babil Kulesi’ni hatırlayalım. Afetlerden korunmak için birleşip bir kule inşa eden, bunu gökyüzüne yükselerek Tanrı’ye meydan okur şekle getiren insanoğluna Tanrı ceza olarak farklı dilleri gönderdi. Birbirleriyle anlaşamaz oldular. İnsanın Tanrısal güç ve mutlak hakimiyet peşinde koşması haddini bilmezliktir. Doğayla uyum içinde olmalı. Salieri Kompleksi haddini bilmezlikten kaynaklanır. Bilge bir kişi olsa, dehaya saygı duyar, Mozart’a kötülük yapmaktansa, zekasının sınırlarını zorlamayı seçerdi. Bilge olsa hayatta ölüm diye bir sınır olduğunu bilirdi.

Ciddiyet neyin ilacıdır, mizah delikanlılığı bozar mı?

A.İ – Ciddiyet gerçekliğin derinliğine götürür bizi. Mizaha dönüşmesi gerekir. Bilimadamı ancak bu aşamadan sonra gerçekliği görebilir. Sahte ciddiyet sığlığın, ucuz düşüncenin paravanıdır.

C.G – Sahte ciddiyetin ardına saklanan sığlığa isyanımız. Gülün Adı’nı hatırlayın. Kilise, Aristo’nun komik metnini saklamaya çalışıyordu. Çünkü mizah ve kuşku, dogmanın düşmanı. İşte bu nedenle kof ciddiyetle taşak geçiyoruz. Mizah hayatın kendisidir. Kendimizle de dalga geçebilmeliyiz.

Ölüm korkusuyla pusulası şaşan faniye sizin Kutup Yıldızı ne tavsiye eder?

A.İ – Bütün hikaye, noktaları kaldırmayı bilmek: Ölüm yerine “olum” diyebilmek. Ölmeyi bilmeyenin olma sorunu vardır. Hay olun, hıyar gibi durmayın, dönüşün, oluşun. Ölgün olmayın, olgun olun. 18 yaşında ölgün gençlerle karşılaşıyorum derslerimde. Yunus Emre gençken ölenleri şöyle tarif ediyor: “Gök ekini biçer gibi.” Genç ölüm çağımızın hastalığı…

C.G – Hayatla bağımızı sahip olmak üzerinden yürütüyorsak, ölüm bunlardan yoksunlaşmak gibi algılanır. Dünyeviliğe tutunan hayattan vazgeçemez. Hayatla bağımız olmak üzerineyse, ölümden korkmayız. Bir başka yol, öteki dünyaya inanmak. Oysa öteki dünyaya ne kadar bağlanırsan bu dünyayı o kadar es geçersin.

A.İ – İmza: Sahip!!! (Kahkahalar)


ZAKKUM / Jan Ender CAN

22/04/2010

Zakkum

-Bu bitkiyi yiyen,
ölmüş hayvanların etleri de zehirlidir-

sağ elinde seni İstanbul’a götüren tren bileti
sol elinde sabaha kadar kestiğin dört kirpik
üçüncü elinde
senden sonra içeceğim
kilometreceler tütün
tonlarca alkol
yüz binlerce yalnızlık

yani sen demesen de ben anladım
gözlerinden okuduğum acıyla
şimdiye kadar ok…umadığım kitapları da anladım
Romeo, Shakespeare’i öldürmeli
Romeo, Shakespeare’i öldürsün!

kan tükürüyorum girdim her meclise
oksijen bile bana dokunuyor artık
ciğerlerim bölünüp her gece
yetmiş bir afrika çıkıyor içimden
aklımda sen aklını yitirinceye kadar
aç kalıyor afrikalı siyah çocuklar
Romeo, Shakespeare’i öldürmeli
Romeo, Shakespeare’i öldürsün

adını duyan gün
nüfus kağıdını gören devlet memuru
ve anlamlı şarkılar
hala insan mı diyor sana?
bu yalan!bu yanlış!
bir milim bile acımıyorum artık gözyaşına
Romeo, Shakespeare’i öldürmeli
Romeo, Shakespeare’i öldürsün!

kalbini seccadelerin üstüne koyup
dua ediyor musun?
yoksa Baba’nı aldattığın odalarda
Allah’ın telefon numarasını mı buldun?
daha yoksa
dünyaya yeni bir din inmesini gerektirecek kadar
büyük mü acın?
bu yalan!bu yanlış!
bir cehennem kadar dehşetli olsun
benden sonra yaşayacağın yalnızlık
Romeo, Shakespeare’i öldürmeli
Romeo, Shakespeare’i öldürsün!

traş olmam,sokağa çıkmam,alışırım
insan olmaktan vazgeçer,buna alışırım
her yıl
aralık ayında
birkaç kez intihar eder,alışırım
bu gemiyi,onu yüzdüren denizle birlikte
kıyamete batırır,alışırım
Romeo, Shakespeare’i öldürmeli
Romeo, Shakespeare’i öldürsün!

içimde ölü bir zakkum var
o zakkumun içinde
uzun uzun ölü yatan
biri erkek,diğeri kız, iki çocuk
haramdır sana verilen sevda
kanını inkar eden kalpler gibi
bu harama alışırım
Romeo, Shakespeare’i öldürmeli
Romeo, Shakespeare’i öldürsün!

19-N-10
Cehennem

Jan Ender CAN