ÖLÜMDEN SONRA DA.. İNTİHARDAN ÖNCE DE…
‘Kör ölür, badem gözlü olur’ ya, sağlığında çevresine ‘illallah’ dedirtenlerin ölümünden sonraki güzellemeleri dinleyince, ne kadar çok seveni olduğunu düşünür, şaşırırdım çocukluğumda. Günümüzde de her ortamda yaşanan bu ikiyüzlülük seremonisini sezdiriyor sanırım Orhan Veli, ‘Ölünce biz de iyi adam oluruz’ derken. Sık sık duymaz mıyız şu sözleri: “Ölümünden önceki gece beni aradı…; Yediğimiz-içtiğimiz ayrı gitmezdi…; En iyi dostum sensin, demişti…” vb.
Orhan Veli gömülürken, sözde espri yapan birinin, “Olmaz ki, böyle de yatılmaz ki” diye seslenişi için dostça bir içtenlikten söz edilebilir mi? İnsanın onurlu saygısı en çok ölülere karşı tutumunda belli olur, insan sevgi-saygısının da bir ölçütüdür bu.
Thales, yaşamakla ölmenin bir olduğunu öğretirken, ‘niçin ölmüyorsun öyleyse’ diye soran birini ‘ikisi de bir de onun için’ diye yanıtlamış. Cennetin eşsiz güzelliğine ve kendisinin de cennetlik olduğuna inanan bir ‘mümin’ kişiye de sorulabilirdi bu… Ölüm ve ötedünya korkusu, sanırım insanlığın ve felsefenin biricik konusu olmayı sürdürecek. Bu yolda ‘kaygı’yla girişilen bütün bireysel-toplumsal inanç arayışları da ‘batıl’ kalmayı… İnsanoğlunun kadim inançları, fal-büyü-tapınma eylemleri, ölüm korkusunun bir dışavurumu mu yoksa?
* * *
Bir gün öleceklerini bilen tüm sanatçıların ölümsüzlük sendromlarını ne güzel vurgulamış Anday: ‘Sanatçı öleceğini bilen insandır, bu yüzden acelesi vardır onun’. Montaigne de ‘Ölümün Tadına Varmak’ adlı denemesinde ilginç bir ‘ölüm sevgisi’ne değinir: “Yaşamımı uzatmak için her yaptığım şey acılarımı da uzatıp artırıyor” deyip kendini açlıkla öldürme yolunu seçen Pompanius, nasılsa birden iyileşivermiş. -Dostları ve hekim bu mutlu olayı kutlamaya hazırlanırken ölüm kararından yine de vazgeçirememişler onu. Adam ölüme öyle alıştırmış ki kendini, korkmak şöyle dursun, can atar olmuş ona.
Horatius’un bir dizesi de eşlik eder konuya: ‘Ölmek isteyeni kurtarmak, onu öldürmekle birdir’.
Anday diyor ki: “Yoksa cehennemden mi korkuyoruz? Eski Mısır’ın öteki dünya anlayışı içinde cehennem yoktu; cehennem Yahudilikten kalmadır. Doğrusu ben cenneti de sevmem; nedir o öyle, her şey elinin altında, yan gel yat. Tam tembel işi.” Ben de sevemedim doğrusu, ama bu dünyada ‘tembellik hakkı’nı ömür boyu sürdürenler için çekici olabilir…
Montaigne’nin ünlü özdeyişini bilmeyen yoktur: “Ölüm size ne sağken kötülük edebilir, ne de ölüyken. Sağken edemez, çünkü hayattasınız; ölüyken edemez, çünkü hayatta değilsiniz.” Kişi öldüğünü bilmeden ölür, böylece de ölümü tanıma fırsatını elinden kaçırır; biz yine de yaşayabildiğimizce yaşayalım, ama ölümden korkmaksızın yaşayalım. Edip Cansever’e kulak vererek:
Sen ölüm !
Seni hiç düşünmeden yaşadık
Seni hiç düşünmeden yaşayacağız bundan sonra da.
* * *
Eros-Aşk-Ölüm üçlüsünü yasaklayan tabular, sanatçıları öldürmeye de sürekli teşnedir tarih boyunca. Ne var ki, öldürülen sanatçıların yanı sıra, kendi canına kıyan sanatçılar da az değil dünya yazınında. Ahmet Oktay’ın ‘Yol Üstündeki Semender’i müntehir şairlerle, ‘ödün bilmeyen 12 yazıcı’ ile bir söyleşi.
A. Artaud’un ‘Beni İntihar Ettiler’ çığılığıyla açılan yapıtın ‘Prolog’unda, ‘Söz gibi intihar da bu yüzden / tarihin tam içinde işliyor’:
HEINRICH VON KLEIST, “Çağının / tarihe sürgünüdür ‘Buradan ötedeki’ / diye çınlayan her söz. Ve solgun suretidir / aynada yitip gidenin. // Kurşun sonu değil yalnızca / başlangıcı da zamanın.” dizeleriyle sonlanır.
VIRGINIA WOOLF, “Ah yazıma kimi zaman da; ateşe tutulmuş bir elin acısıyla karalanmış yazılarıma: Kanı çekilmiş ve dudakları hummanın koruyla kavrulmuş bir yüz bu. Nedir aradığı ve nedir yitirdiği? İnsan çiçeklenmelerinin ve insan yıkımlarının arasında. Kişisel tarihler mi kurdum yaşamın sabuklamasıyla yoksa varolan tarihlerin kurgusu muyum? Ah yazı(m), taşıllaşan yazı(m): Aradığını ve yitirdiğini biliyorum sonunda: Yanmış bir kelebeğin külü.” Şiir, “Şu küçücük varolma sorunu bitti / Akıyor ırmak” dizeleriyle bitiyor.
STEFAN ZWEIG’tan son dizeler: “Avrupalı / benim belleğim. Yazım da. Geç kaldım / yurt edinmeğe gurbeti. Zorbaysa / ateşe veriyor dünyayı. // Charlotte! / bana bak son kez. Aynan yansıtsın / kitapları ve dere kenarlarını / ikisiydi yaşamım. // Uyumunu yitiren / dil, susar. Yansa da / geleceği bilmek için. Duru kalan tek sözcük / bu mu yoksa? Gelecek. // Işığın / ve karanlığın geleceği. // Sius her yanda. Ah Charlotte / çevir bana son kez / kadınlığın gözlerini.”
VLADİMİR MAYAKOVSKİ’den son dizeler: “1916’da bilicisiydim sonumun / ve şunlar› kazıdım / şerareler çıkaran parmaklarımla / her kapıya: / ‘Mayakovski sokağı derler / bin yıldan beri bu sokağa / Canına kıydığı yer burası işte / sevgilisinin kapısında.” // Ödeşmiyorum seninle / sevgili yaşam, / uzlaşıyorum da // Yatırın beni / samanyolundan tabutuma.”
GÉRARD de NERVAL’den: “İki’yim: Yakalandım sokakta çırıl çıplak / Ve giydirildim başkalarının sözleriyle. / Ah! Karanlığa giren görür beyazı ancak, / Hangisiyim? Biliyorum kimin gözleriyle? / Ne yapsak silinmiyor ruhtan geçmişin izi / Yaşamak kadar ölüm de çağırıyor bizi, / Geçiyorum sokağı fenerle konuşarak // Hem yaşamın imidir hem ölümün her fener”
ATTİLA JOZSEF, son dizeler: “Tanıdım! Tanıdım! İçimde / ilk yağacak karın sesi. // Uğulduyor beni, zamanın / kalbine, istasyondaki / her mendil: //Kapanmayan/ yarasıyla doğandım.”
SERGEY YESENİN: “Yeniğim, onlardan biriyim çünkü / Her resmimde ölüme bakıyorum / “Şiirlerimden taflan hayvani hüznü” / Sessiz çocuklara bırakıyorum”.
Walter Benjamin, Beşir Fuad, Arthur Koestler, Cesare Pavese, İlhami Çiçek… ve EPİLOG: “Ölüme hayır demek yetmez / yaşama evet demek gerekir.”/ “Evet’i söylerken / kekeleyen, / adayıdır ölümün. // Ve insan / en beklenmedik anda / en umulmadık durumda / kekeleyebilir.”
Ülkemizde, benzeş-hazin sonlarıyla ilginç yazılara konu olan Silvia Plath ve Nilgün Marmara’yı da unutmamak gerekiyor bu arada.
İntihar edenler, Kur’an’dan ve İncil’den kovulmuştur. Peki ya öldürenler?
Hayati Baki, 2 kitaptan oluşan şiirin Kesik Damarları’nın ilkinde ‘İntihar Eden Şairler’i yorumlayıp bir şiir seçkisi düzenlemiş onlardan. İkinci kitap ise, ‘Öldürülen Şairler Kitabı’. Önsöz şu parağrafla son buluyor: “savaş üzerine (dolayısıyla insanın öldürülmesi üzerine) victor hügo’dan siegfried lenz’e; tolstoy’dan dos passos’a; homeros’tan e. maria remarque’a değin onca kitap yazıldı; buna karşın hiç kimse, dostoyevski’nin budala romanının eksen kişisi prens mişkin’in önerdiği “idam hükümlüsünün yüzünü çizme”yi başaramadı; çünkü, öldür(ül)menin yüzü çizilemez. Seçkinin alfabetik dizinindeki bazı flairlerle belleğimizi tazeleyelim: Metin Altıok, Sabahattin Ali, Behçet Aysan, Che Guevara, Uğur Kaynar, Lermontov, Lorca, Jose Marti, Nef’i, Pasolini, Sandor Petöfi, Puflkin, Pir Sultan Abdal, Cem Sultan, Vaptsarov.
Savaşlar dışındaki nice öldürümleri düşününce traji-komik bir görüntü geçti gözlerimin önünden: İnsanların doğumu kapalı kapılar ardında gizlice olur da, ölümünü meydanlarda izlemeye hep birlikte gideriz. Ayrıca, doğumlarda sevinir güleriz de, ölümlerde üzülür, dövünür, ağlarız. Neden dersiniz?
İnsanlık tarihi boyunca ‘mutlak bir inanç isteyen geçici putlar’, her fırsatta toplumun cellatlığını üstlenmişler, ama büyük sanatçıların, özellikle şairlerin ölümsüzlüğünü unutmuşlar. Sanırım şiirin, kanatlı sözün büyüsü solup gitmiyor ve öldürülemiyor da…
Necatigil’in Şairler’de dediği gibi:
Ne biter / Ne kalır geçmiş kitaplarda / Ölümden sonra da / Söyleriz.
Gönül GÖNENSİN
İzmir, Şubat 2006