ÖLÜMDEN SONRA DA.. İNTİHARDAN ÖNCE DE… / Gönül Gönensin

07/12/2009

ÖLÜMDEN SONRA DA.. İNTİHARDAN ÖNCE DE…

‘Kör ölür, badem gözlü olur’ ya, sağlığında çevresine ‘illallah’ dedirtenlerin ölümünden sonraki güzellemeleri dinleyince, ne kadar çok seveni olduğunu düşünür, şaşırırdım çocukluğumda. Günümüzde de her ortamda yaşanan bu ikiyüzlülük seremonisini sezdiriyor sanırım Orhan Veli, ‘Ölünce biz de iyi adam oluruz’ derken. Sık sık duymaz mıyız şu sözleri: “Ölümünden önceki gece beni aradı…; Yediğimiz-içtiğimiz ayrı gitmezdi…; En iyi dostum sensin, demişti…” vb.

Orhan Veli gömülürken, sözde espri yapan birinin, “Olmaz ki, böyle de yatılmaz ki” diye seslenişi için dostça bir içtenlikten söz edilebilir mi? İnsanın onurlu saygısı en çok ölülere karşı tutumunda belli olur, insan sevgi-saygısının da bir ölçütüdür bu.

Thales, yaşamakla ölmenin bir olduğunu öğretirken, ‘niçin ölmüyorsun öyleyse’ diye soran birini ‘ikisi de bir de onun için’ diye yanıtlamış. Cennetin eşsiz güzelliğine ve kendisinin de cennetlik olduğuna inanan bir ‘mümin’ kişiye de sorulabilirdi bu… Ölüm ve ötedünya korkusu, sanırım insanlığın ve felsefenin biricik konusu olmayı sürdürecek. Bu yolda ‘kaygı’yla girişilen bütün bireysel-toplumsal inanç arayışları da ‘batıl’ kalmayı… İnsanoğlunun kadim inançları, fal-büyü-tapınma eylemleri, ölüm korkusunun bir dışavurumu mu yoksa?

* * *

Bir gün öleceklerini bilen tüm sanatçıların ölümsüzlük sendromlarını ne güzel vurgulamış Anday: ‘Sanatçı öleceğini bilen insandır, bu yüzden acelesi vardır onun’. Montaigne de ‘Ölümün Tadına Varmak’ adlı denemesinde ilginç bir ‘ölüm sevgisi’ne değinir: “Yaşamımı uzatmak için her yaptığım şey acılarımı da uzatıp artırıyor” deyip kendini açlıkla öldürme yolunu seçen Pompanius, nasılsa birden iyileşivermiş. -Dostları ve hekim bu mutlu olayı kutlamaya hazırlanırken ölüm kararından yine de vazgeçirememişler onu. Adam ölüme öyle alıştırmış ki kendini, korkmak şöyle dursun, can atar olmuş ona.

Horatius’un bir dizesi de eşlik eder konuya: ‘Ölmek isteyeni kurtarmak, onu öldürmekle birdir’.

Anday diyor ki: “Yoksa cehennemden mi korkuyoruz? Eski Mısır’ın öteki dünya anlayışı içinde cehennem yoktu; cehennem Yahudilikten kalmadır. Doğrusu ben cenneti de sevmem; nedir o öyle, her şey elinin altında, yan gel yat. Tam tembel işi.” Ben de sevemedim doğrusu, ama bu dünyada ‘tembellik hakkı’nı ömür boyu sürdürenler için çekici olabilir…

Montaigne’nin ünlü özdeyişini bilmeyen yoktur: “Ölüm size ne sağken kötülük edebilir, ne de ölüyken. Sağken edemez, çünkü hayattasınız; ölüyken edemez, çünkü hayatta değilsiniz.” Kişi öldüğünü bilmeden ölür, böylece de ölümü tanıma fırsatını elinden kaçırır; biz yine de yaşayabildiğimizce yaşayalım, ama ölümden korkmaksızın yaşayalım.  Edip Cansever’e kulak vererek:

Sen ölüm !
Seni hiç düşünmeden yaşadık
Seni hiç düşünmeden yaşayacağız bundan sonra da.

* * *

Eros-Aşk-Ölüm üçlüsünü yasaklayan tabular, sanatçıları öldürmeye de sürekli teşnedir tarih boyunca. Ne var ki, öldürülen sanatçıların yanı sıra, kendi canına kıyan sanatçılar da az değil dünya yazınında. Ahmet Oktay’ın ‘Yol Üstündeki Semender’i müntehir şairlerle, ‘ödün bilmeyen 12 yazıcı’ ile bir söyleşi.

A. Artaud’un ‘Beni İntihar Ettiler’ çığılığıyla açılan yapıtın ‘Prolog’unda, ‘Söz gibi intihar da bu yüzden / tarihin tam içinde işliyor’:

HEINRICH VON KLEIST,  “Çağının / tarihe sürgünüdür ‘Buradan ötedeki’ / diye çınlayan her söz. Ve solgun suretidir / aynada yitip gidenin. // Kurşun sonu değil yalnızca / başlangıcı da zamanın.” dizeleriyle sonlanır.

VIRGINIA WOOLF, “Ah yazıma kimi zaman da; ateşe tutulmuş bir elin  acısıyla karalanmış yazılarıma: Kanı çekilmiş ve dudakları hummanın koruyla kavrulmuş bir yüz bu. Nedir aradığı ve nedir yitirdiği? İnsan çiçeklenmelerinin ve insan yıkımlarının arasında. Kişisel tarihler mi kurdum yaşamın sabuklamasıyla yoksa varolan tarihlerin kurgusu muyum? Ah yazı(m), taşıllaşan yazı(m): Aradığını ve yitirdiğini biliyorum sonunda: Yanmış bir kelebeğin külü.” Şiir, “Şu küçücük varolma sorunu bitti / Akıyor ırmak” dizeleriyle bitiyor.

STEFAN ZWEIG’tan son dizeler: “Avrupalı / benim belleğim. Yazım da. Geç kaldım / yurt edinmeğe gurbeti. Zorbaysa / ateşe veriyor dünyayı. // Charlotte! / bana bak son kez. Aynan yansıtsın / kitapları ve dere kenarlarını / ikisiydi yaşamım. // Uyumunu yitiren / dil, susar. Yansa da / geleceği bilmek için. Duru kalan tek sözcük / bu mu yoksa? Gelecek. // Işığın / ve karanlığın geleceği. // Sius her yanda. Ah Charlotte  / çevir bana son kez / kadınlığın gözlerini.”

VLADİMİR MAYAKOVSKİ’den son dizeler: “1916’da bilicisiydim sonumun / ve şunlar› kazıdım / şerareler çıkaran parmaklarımla / her kapıya: / ‘Mayakovski sokağı derler / bin yıldan beri bu sokağa / Canına kıydığı yer burası işte / sevgilisinin kapısında.” // Ödeşmiyorum seninle / sevgili yaşam, / uzlaşıyorum da // Yatırın beni / samanyolundan tabutuma.”

GÉRARD de NERVAL’den: “İki’yim: Yakalandım sokakta çırıl çıplak / Ve giydirildim başkalarının sözleriyle. / Ah! Karanlığa giren görür beyazı ancak, / Hangisiyim? Biliyorum kimin gözleriyle? / Ne yapsak silinmiyor ruhtan geçmişin izi / Yaşamak kadar ölüm de çağırıyor bizi, / Geçiyorum sokağı fenerle konuşarak // Hem yaşamın imidir hem ölümün her fener”

ATTİLA JOZSEF, son dizeler: “Tanıdım! Tanıdım! İçimde / ilk yağacak karın sesi. // Uğulduyor beni, zamanın / kalbine, istasyondaki / her mendil: //Kapanmayan/ yarasıyla doğandım.”

SERGEY YESENİN: “Yeniğim, onlardan biriyim çünkü / Her resmimde ölüme bakıyorum / “Şiirlerimden taflan hayvani hüznü” / Sessiz çocuklara bırakıyorum”.

Walter Benjamin, Beşir Fuad, Arthur Koestler, Cesare Pavese, İlhami Çiçek… ve EPİLOG: “Ölüme hayır demek yetmez / yaşama evet demek gerekir.”/ “Evet’i söylerken / kekeleyen, / adayıdır ölümün. // Ve insan / en beklenmedik anda / en umulmadık durumda / kekeleyebilir.”

Ülkemizde, benzeş-hazin sonlarıyla ilginç yazılara konu olan Silvia Plath ve Nilgün Marmara’yı da unutmamak gerekiyor bu arada.

İntihar edenler, Kur’an’dan ve İncil’den kovulmuştur. Peki ya öldürenler?

Hayati Baki, 2 kitaptan oluşan şiirin Kesik Damarları’nın ilkinde ‘İntihar Eden Şairler’i yorumlayıp bir şiir seçkisi düzenlemiş onlardan. İkinci kitap ise, ‘Öldürülen Şairler Kitabı’. Önsöz şu parağrafla son buluyor: “savaş üzerine (dolayısıyla insanın öldürülmesi üzerine) victor hügo’dan siegfried lenz’e; tolstoy’dan dos passos’a; homeros’tan e. maria remarque’a değin onca kitap yazıldı; buna karşın hiç kimse, dostoyevski’nin budala romanının eksen kişisi prens mişkin’in önerdiği “idam hükümlüsünün yüzünü çizme”yi başaramadı; çünkü, öldür(ül)menin yüzü çizilemez. Seçkinin alfabetik dizinindeki bazı flairlerle belleğimizi tazeleyelim: Metin Altıok, Sabahattin Ali, Behçet Aysan, Che Guevara, Uğur Kaynar,  Lermontov, Lorca, Jose Marti, Nef’i, Pasolini, Sandor Petöfi, Puflkin, Pir Sultan Abdal, Cem Sultan, Vaptsarov.

Savaşlar dışındaki nice öldürümleri düşününce traji-komik bir görüntü geçti gözlerimin önünden: İnsanların doğumu kapalı kapılar ardında gizlice olur da, ölümünü meydanlarda izlemeye hep birlikte gideriz. Ayrıca, doğumlarda sevinir güleriz de, ölümlerde üzülür, dövünür, ağlarız. Neden dersiniz?

İnsanlık tarihi boyunca ‘mutlak bir inanç isteyen geçici putlar’, her fırsatta toplumun cellatlığını üstlenmişler, ama büyük sanatçıların, özellikle şairlerin ölümsüzlüğünü unutmuşlar. Sanırım şiirin, kanatlı sözün büyüsü solup gitmiyor ve öldürülemiyor da…

Necatigil’in Şairler’de dediği gibi:

Ne biter / Ne kalır geçmiş kitaplarda / Ölümden sonra da / Söyleriz.

Gönül GÖNENSİN

İzmir, Şubat 2006


S’imge Şairler : MAYAKOVSKİ

24/11/2009

ÖNSÖZ

“Omurganın Fülütü” için

Hepinize birden,
sevenler, sevmiş olanlar,
sığınmış ikonalar mağarasına ruhun,
şarap dolu bir kadeh gibi bir şölende ben
kaldırıyorum şiirle dolu kafamı.

Düflünürüm sık sık –
ne hoş olurdu
bir kurşunla bitirseydim işimi.
Bugün
ne olursa olsun artık
veda konserimi veriyorum ben.

Ey bellek!
Topla beynin salonuna
sayısız sevgilileri dizi dizi.
Gözden göze gülüş boşalt.
Donat gecesini geçmiş düğünlerin.
Gövdeden gövdeye sevinç boşalt.
Unutamasm hiç kimse bu gecemizi.
Flüt çalacağım bugün
kendi öz omurgamla.

(Sait Maden)

OLANCA SESİMLE

1
Sözcüklerin gücünü, çınlayan sözcüklerin gücünü biliyorum,
Kalabalıkları kendinden geçiren sözcükleri değil.
Başka sözcükleri, hani ölüleri toprak fışkırtan,
çatırdıyan bir meşenin adımları gibi kefenleri görüntüleyen.
Çoğu kez, ne okunmuş, ne basılmış
sözcüklerdir onlar,
atılır çöp sepetine
Ama oradan çıkar ve ağızlarında gem
dörtnala kalkarlar,
gümbürderler yüzyıllarca, trenler gelir sürüne sürüne
yalamak için uyuz ellerini onların.
Biliyorum sözcüklerin gücünü. Hiç değilse bunu.
Hiç değilse, bir dansın topukları altındaki gül yapraklarını.
Oysa, insan benliğiyle, dudakları ve gövdesiyle…

II
Az mı? Çok mu? Buruyorum elleri
ve parmakları,
kopmuş yapraklar, yel alıp götürüyor onları.
İşte böyle söküp çıkarılır gizleri
Mayıs ayında keçiyolu papatyalarının.
Ustura ve makas bırakın diken diken olsun
gümüş telleri saçlarının.
Bırakın tınlasın gümüş yığını yılların.
Umutluyum, inanıyorum ki: Hiçbir zaman
dize getirmeyecek beni
utanç…

(Teoman Aktürel)

LİLİCİĞİM

(Mektup yerine)

Tütün dumanı kemiriyor havayı.
Oda
Kruçyonıh’ın Cehennem’inden bir bölüm gibi.
Anımsıyor musun
İlk kez
ardında bu pencerenin
tutkudan
çıldırmışçasına
okşamıştım ellerini.
şimdi
oturuyorsun aynı yerde,
yüreğin
demirden bir kılıf içinde.
Ve yarın
paralayan sözlerle
kovacaksın belki beni.
Ve loş antrede
uzun süre
titreyişlerle sarsılan bir kol
bulamayacak
ceketteki yerini.
Çıkacağım, ezilmiş.
Fırlatacağım vücudumu sokağa.
Yabanıl
çılgın
umutsuzlukla paramparça.
Hayır
gerek yok buna,
sevgilim,
biriciğim,
gel
vedalaşalım şimdiden.
Ağır bir gülle gibi
aşkım
nereye kaçarsan kaç
asılıdır sana
nasıl olsa.
Bırak
son bir haykırışla uluyayım
horlanmışlığın acı yakınışı›.
Çalışmaktan
anası ağladığında öküzün
gider
salar kendini soğuk sulara.
Aşkından başka
deniz yok bana,
ve gözyaşları da
bir erinç
koparamıyor ondan.

Yorgun fil
sessizliği aradığında
yatar
kızgın kumlara saltanatla.
Aşkından başka
güneş yok bana.
Ve bilmiyorum bile
neredesin şimdi ve kiminle.
Eğer
bir başka şair olsaydı
böylesine üzdüğün,
onarırdı acısını
parayla ve ünle.
Fakat
sevinç vermiyor bana hiçbir çınıltı
senin sevgili adının
çınıltısından başka.
Atmayacağım
bir boşluğa kendimi,
zehir içmeyeceğim.
Ve dayayıp
şakağıma namluyu
çekmeyeceğim tetiği.

Ağzı hiçbir bıçağın
bakışların kadar senin
kesemez beni.
Yarın unutacaksın seni
taçlandırdığımı,
ve yakıp tükettiğimi
çiçeklenmiş bir ruhu aşkla.

Ve uçarı günlerin fırtınalı karnavalı
dağıtacak sayfalarını kitaplarımın.
Sözlerimin kurumuş yaprakları m›
durduracak seni
çırpınan soluğuyla.
Bırak hiç değilse
son bir sevgi dalgası sereyim
beni bırakıp giden adımlarının altına.

MARŞIMIZ

İsyanın ayak sesi, alanları döv!
Yukarı, gururlu bafllar dizisi!
Biz, ikinci Nuh tufanıyla
Yeniden yıkayacağız dünyanın tüm kentlerini.

Günlerin öküzü hantal,
Yılların kağnısı ağır,
Tanrımız koşudur bizim
Yüreğimizse davul.

Altınımızdan daha yücesi var mı?
Kurşun vızıltısı mı bizi sindirir?
Çınlayan seslerimizdir o altın;
Silahımızsa, türkülerimizdir.

Yeşilliklerle örtülsün kırlar
Serilsinler günlerin altına;
Gökkuşağı koşum olsun
Yılların küheylanına –

Gök pek sıkkın görünmede nedense,
Onsuz dalgalandıralım türkülerimizi,
Hey, Büyük Ayı! söyle de
Oraya yaşarken alsınlar bizi

Mutluluğu iç! Türkünü söyle!
Bahardır akan damarlarımızda.
Vursun savaş temposunu yürek
Bakır bir trampet olan bağrımızda.

(Ataol Behramoğlu)

AŞK

Bir olasılıktır evet
gene de bir olasılıktır
ki hayvanat bahçenizin bir dönemecinde
göz açıp kapayıncaya kadar
çıkar birdenbire ortaya
ve salınır da salınır
– o da hayvanları severdi hep –
salınır gülümseyerek
çekmecemdeki fotoğrafta gülümsediği gibi..
evet..
bakarsın gülümseyiverir.
Ve güzeldir o
diriltmeğe değecek kadar güzeldir.
Ve sizin Otuzuncu Yüzyılınız
bizi paramparça eden hiçleri
aşacaktır şüphesiz.
Ve bundan böyle derim ki
sevmediğiniz ne varsa sonuna kadar
sevelim
acısını çıkarırcasına..

Dirilt beni
günlük hayatın o saçma
o ahmakça yanını reddedip
seni bir şair gibi
bekledim diye
dirilt beni
sadece bunun için dirilt!
Dirilt beni
en doğal hakkımı istiyorum!
O hizmetçi-aşk olmasın artık
evlenmeler
zinalar
başlıklar olmasın diye
ve aşk
iki kişilik yataklardan
öfkeyle fırlayıp
bütün evren boyunca salma salma dolaşsın diye
dirilt dirilt
insanlar

acıyla soysuzlaşan gün ışığını
artık ağlayarak dilenmesinler diye
dirilt beni.

Dirilt ki
“Yoldaşlar!” diye kopan ilk çağrıda
tüm insanlar doğrulsun
köpek yuvasını andıran evlerden
kurtulup yaşamak için.

Dirilt
evet dirilt ki
bundan böyle
aile denen şey
baba
hiç değilse tüm evren
ana
hiç değilse yeryüzü olsun.

(Attila Tokatlı)

DÖNERİM SANA

Sonunda limana döner bütün filolar,
bütün trenler soluk soluğa koşarlar gara;
ben hepsinden çok daha hızlı koşarım sana
büyük bir aşkla sevdiğim için
beni sana çekip sürükleyen bir aşkla.
Hani cimri şövalyesi Puşkin’in
iner ya bodrumunu gezinip seyretmeye,
sevgilim, ben de döner dolaşır sana gelirim.
Tapınır yüreğim benim için çarpan yüreğine.
Günsonu sen sevinçle dönersin ya evine,
yıkanır arınır çıkarsın ya banyodan,
ben de aynı sevinçle dönerim sana;
sana doğru koşarım evime döner gibi..
Yeryüzündeki tüm insanlar sonunda
toprak ananın koynuna dönmezler mi?
Hepimizin en son döndüğü yuva.
İşte benim yüreğimde de sanki
öyle bir şey var ki sana çekiyor beni;
daha senden ayrıldığım anda,
uzaklaşmadan içimi kavurur dönme isteği.

(Gönül Gönensin)

ŞAİR İŞÇİDİR

Bağırırlar şaire:
“Bir de torna tezgâhı başında görseydik seni
şiir de ne?
Boş iş.
Çalışmak, harcınız değil demek ki…”
Doğrusu
bizler için de
en yüce değerdir çalışmak.
Ve kendimi
bir fabrika saymaktayım ben de.
Ve eğer
bacam yoksa işim daha da zor demektir bu…
Bilirim
hoşlanmazsınız boş laftan
kütük yontarsınız kan ter içinde.
Fakat
bizim işimiz farklı mı sanırsınız bundan:
Kütükten kafaları yontarız biz de.
Ve hiç kuşkusuz
saygıdeğer bir iştir balık avlamak
çekip çıkarmak ağı.
Ve doyum olmaz tadına
balıkla doluysa hele.
Fakat daha da saygıdeğerdir şairin işi
balık değil, canlı insan yakalamadayız çünkü.
Ve doğrusu
işlerin en zorlusu
yanıp kavrularak demir ocağının ağzında
su vermektir kızgın demire.
Fakat kim
aylak olduğumuzu söyleyerek
sitem edebilir bize;
Beyinleri perdahlıyorsak eğer
dilimizin eğesiyle..
Kim daha üstün, şair mi,
yoksa insanlara
pratik yarar sağlayan teknisyen mi?
İkisi de.
Yürek de bir motordur çünkü
ve ruh, onun çalıştırıcısı.
Eşitiz bizler
şairler ve teknisyenler.
Vücut ve ruh emekçileriyiz
aynı kavganın içinde.
Ve ancak ortak emeğimizle
bezeriz evreni
marşlarımızı gümbürdeterek.
Haydi! laf fırtınalarından
ayıralım kendimizi
bir dalgakıranla.
İş başına!
Canlı ve yepyeni bir çalışmad›r bu.
Ve ağzıkalabalık söylevci takımı
değirmene yollansın dosdoıru!
unculuğa!
değirmen taşı döndürmeğe laf suyuyla!

(Ataol Behramoğlu)

BİLİRİM GÜCÜNÜ SÖZCÜKLERİN

Bilirim gücünü sözcüklerin, o çınlayan sözcüklerin ben;
onların değil, o yığınları coşturan, kendinden geçiren,
başka sözcüklerin gücünü, çıkarıp ölüleri topraktan
tabutları meşeden adımlarla götürenlerin her zaman.

Gün olur okunmadan, basılmadan atılırlar da sepete,
bir çıktılar mı oradan gemi azıya alırlar elbette,
gümgüm öterler yüzyıllar boyu, tırmanıp gelen trenlerdir
öpüp yalamağa nasır tutmuş ellerini şiirin bir bir.

Bilirim gücünü sözcüklerin. Esip geçmiş de bir rüzgâr
bir halayın topraklarına düşmüş taçyapraklarıdır bunlar,
insandır bütün ruhu, dudakları ve bütün iskeletiyle.

(Sait Maden)

SENİNLE

Geldin ve gözledin beni,
usta bir bakışla,
boylu poslu, gür
sesli toy bir çocuğu gördün.

Kalbine el koydun onun,
aldın onu, oynadm gönlünce,
nasıl küçücük bir kız çocuğu
lastik topuyla oynayıp sevinirse.

Ve seyreden her kadın
ister evli, ister ergen,
şaşkınlıkla söylenir ardımdan:
sevilebilir mi böyle bir adam?

Hoplayıp zıplıyor çocuklar gibi.
Böylesine, ancak güçlü kuvvetli
hayvan eğitmeni bir kadın gerek.
Bir kadın, hayvanat bahçesinden.”

Ama gülüp geçiyorum ben.
Yok artık, yok artık boyunduruk!
Sevinçle geçiyorum kendimden,
çılgınlar gibi zıplayıp koşarak.

Görün beni, işte bu benim!
Hintli rakkaseler gibi,
yaşıyorum bir kuşun sevincini,
bir tüy gibi havalanıyor kalbim.

(Gönül Gönensin)

KEDER

Rüzgâr, umutsuz, boşuna
dövünüp durdu insafsızca.
Karartarak damlayan kanı
ürpertip damların omurgasını.
Ve bir yalnızlık düşkünü yine
doğdu dul kalmış ay gecede.

(Erdal Alova)

SON MEKTUP

(Şairin cesedinin yanında bulunmuştur)

Hepinize!..
İşte ölüyorum. Kimseyi suçlamayın bundan ötürü.
Hele dedikodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi.
Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni.
İş değil bu, biliyorum (kimseye de öğütlemem),
ama benim için başka bir çıkar yol kalmamıştı.
Lili, beni sev.
Hükümet yoldaş!
Ailem: Lili Brik, anam, kız kardeşlerim
ve Veronika Vitoldovna Polonkaya’dan ibarettir.
Yaşamalarını sağlarsan, ne mutlu bana..
Bitmemiş şiirleri Brik’lere verin, ne lazımsa onlar yapar.
“Bir varmış bir yokmuş” derler hani:
Aşkın küçük sandalı
hayat ırmağının akıntısına
kafa tutabilir mi?
Dayanamayıp parçalandı işte sonunda…
Acıları mutsuzlukları
karşılıklı haksızlıkları
h a t ı r l a m a ğ a   b i l e   d e ğ m e z:
Ödeşmiş durumdayız kahpe felekle.
Ve sizler mutlu olun
yeter

MAYAKOVSKİ

(Attila Tokatlı)


Bir de Türkçe Öğrense… / Gönül Gönensin

24/11/2009

 

BİR DE TÜRKÇE ÖĞRENSE…


Ne Asma Bahçeleri’ni görebildik Babil’in, ne masallardaki Kule’sini. Eski Ahit’te, Tufan’dan sonra diye kayda geçmiş dünyanın en büyük inşaatı. Ama bu görkemli yapıya sinirlenen Tanrı’nın tepkisi çok ilginç: Başı göğe değen Kule’nin yapımına katılan yüzbinlerce işçinin farklı dillerini birbirlerini anlayamayacak kadar iyice karıştırınca yapım yarıda kalıyor, halk dünyanın dört yanına dağılıyor. O gün bugündür, dillerimiz de dağılıp saçılmış yeryüzüne:-)

Tanrı, bütün dünyanın dillerini önce Mezopotamya’da karıştırmış. Ademoğulları çağlar boyunca yeniden kurmuş dillerini, bugünlere gelmişiz. Şimdi ise günümüzün vahşi tanrısı ABD, artık yalnızca kendi dilini yayıyor yeryüzüne. Kolejlerden üniversitelere, hamburgerden internete güdümlüyor bütün kara parçalarını, ‘Afrika dahil’. Ülkesinde yeraltı-yerüstü servetleri olanın vay haline. Dilin kemiği var mı, bir göz atın büyük caddelerdeki çokuluslu tabelalara, anlarsınız.

Dil karmaşası düşünülünce ilk akla gelen örnek Konfiçyüs olur. (Adını doğru mu yazdım bilemiyorum; her sözcüğü yazıldığıı gibi okuma ilkesini benimsedim son yıllarda, yabancı özel adlarda ikileme-üçleme düştüğüm için.) Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu? diye sorulduğunda Konfüçyüs ne demişti:

“Hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle işe başlardım… Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceleri iyi anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar… Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir.” Konfüçyüs, uzgörüsüyle günümüz açılım Türkiyesini tanımlıyor sanki.

Gerçekte bir dilin her dilden söz(cük) almasından daha doğal ne olabilir; büyük sakıncalar da doğurmaz bu ilişki; alınan sözcükler girdikleri dilin kurallarına uydurulup benimsenebilirse. Uygulamada devlet dini İslamiyet olan bir Doğu ülkesi yüzyıllarca Kuran dili Arapça’dan etkilenmişse ortaya Osmanlıca’nın çıkması doğal karşılanmalıdır. Ne var ki, Türkçe’nin, yazı ve konuşma dilinin gelişimine öncülük eden yeni bir Cumhuriyetin girişimleri de doğal karşılanmalı. Halkımızın ağzında ‘nerdübân’ ‘merdiven’e, ‘penç şembih’ ‘perşembe’ye, ‘midenüvaz’ ‘maydanoz’a dönüşürken, ‘gardrop’un ‘gardolap’a, ‘restaurant’ın ‘restoran’a dönüşmesi de doğal sayılacaktır. Ana sorunumuz yabancı sözcüklerin kuşatmasından çok yeni Türkçe karşılıklar üretebilme, onları özümseyip dilimizin yapısına uydurabilme becerimiz değil midir? Geldiğimiz noktada dil-düşünce duyarlığından yoksunluğumuz, toplumca sorumluluğumuzu yerine getirmediğimizin açık bir kanıtı sayılmalıdır.

Türkçe’nin sorunları giderek ağırlaşırken fragmanlara geçeyim: Bernard Shaw, bize mi gönderme yapıyor: “Bütün dünya dillerinde hain, ihanet eden anlamına gelir: Sevgisiz, vefasız, inançsız, ikiyüzlü, güvenilmez biri… İngilterede ise, yalnızca İngiltere’nin çıkarlarına kendini adamamış kişilere hain deniyor.” Ülkemizdeki dil karmaşasını bu açıdan Konfüçyüs’ün görüşüyle birleştirip toplumsal çürümenin boyutlarını yorumlayın siz artık.

Kültürel, teknolojik değişimler çağında olmamız yaşamımıza egemen olan moda salgınını dilimize de bulaştırıyor sürekli. İnsanımız hiçbir donanıma sahip olmadan nesne olarak girdiği medyatik düzenin dilsel sıkıntılarını da yaşıyor sürekli. Yeni sözcüklerin rastgele dolaşıma girdiği, kısırlaştırılan eğitimin de etkisiyle cehaletin kol gezdiği, insanların ekonomik kıskaçta erdemlerini yitirdiği, Gülten Akın’ın esprisiyle, ‘aynı dilin konuşulup aynı dille konuşulmadığı’ bir ülkede yaşıyoruz bugün.

Değerler öylesine alt üst oldu ki, bir zamanlar kutsal olduğu savıyla Türkçe ezanı susturup ortaöğretime Arapça dersi koymaya çalışanlar bugün Fettullah Üniversitelerinde İngilizcenin anadilimiz olması için var gücüyle çalışıyorlar.

Geçmişte Türk dilinin özleşmesine karşı çıkan, Osmanlıca savunucuları vardı. Hani Türkçe sözcükler türetme etkinliğini baltalamak için ‘gök konutsal avrat’ (hostes), ‘tütünsel dumangaç’ (sigara) benzeri uydurmaları yapmışlardı ya. Bir zamanlar Türkoloji denilen bilim yurtlarını çağdışı politik-kültürel arenaya dönüştürenlerin çömezleri, yıllardır Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerimizi yetiştiriyor. O öğretmenlerin çömezleri de liselerde gençlerimize Türkçeyi öğretiyor(!)

Dil duyarlığı kazanmış okur-yazar insanların parmakla gösterildiği günlerdeyiz. Yabancı sözcüklere düşkünlüğümüz günden güne büyürken dil ve kültür arasındaki ilişkileri, sözcüklerle kavramlar arasındaki bağları unuttuk. Bir yandan söz dağarcığımızın gelişmesi için belirli bir birikime ulaşmamız gerekiyor, yeni sözcükler kullanmak gereğini duyduğumuzda da okumayan, düşünmeyen bir toplum oluşturulduğuna tanık oluyoruz. Doğru ve güzel konuşup yazabilmemiz için bu dilin ustalarını okumamız gerektiği sürekli göz ardı ediliyor. Eski sıkıyönetim yasakları örtülü olarak yürürlükte hâlâ.

Türkçe’yi iyi bilmeyen insanın bir yabancı dili öğrenmesinin olanaksız olduğunu kim biliyor günümüzde? Bilse de uygulamadaki etkisi ne bunun? İngilizce’yi anadilinden daha iyi bildiği söylenen, övülen bir çok insanın Türkçe bilinci ve beğenisi oluşmamışsa başka dilin inceliklerini, ayrıntılarını kavrayabileceğine kim inanır. Bu anlayışla çok ünlü profesörlerler üretmiş tek toplum biziz belki de. Cemal Süreya’nın dediği gibi:

Beş dil biliyormuş ünlü kişi
Ünlü ve saygıdeğer
Bir de Türkçe öğrense
Altı eder.

İşte bu yüzden, beğeniyle karşılıyoruz her modayı, TV, ‘ölü kaybı olmamıştır’ deyince ölülerin sağ salim mezarlarına ulaştırıldığını anlayabiliyor,  Aşevi ve lokanta dururken restaurant’ı 5-6 değişik biçimde yazabiliyor, Türkçe’yi katleden şarkı sözlerini mırıldanarak ‘tamam’, ‘oldu’, ‘yes’, ‘okey’ kolaycılığıyla idare edip yaşıyoruz işte… Dünya fani, ekmek de aslanın ağzındayken dilin ne önemi var ki!?!

Bugün severek kullandığımız birçok sözcüğü bize armağan eden Ataç’ı çoktan unuttuk. Emek verip dilimizi araştıranlar güzel, arı-duru bir Türkçe’ye gönül vermişlerdi. Bugün de çabalarını aynı inançla sürdüren dilsever aydınlarımız var. Ama onların çabaları, başta 12 Eylül kökenli TDK ve kirli politikacıların süregelen duyarsızlığı karşısında etkili-yetkili olamıyor. Küreselleştirilmiş milyonlarca insanımızın da dil, kültür, uygarlık, sanat diye bir sorunu ve gereksinmesi yok artık günümüzde…

Ferit Edgü’nün Ders Notları’na göz atalım şimdi: “Yazarı, içinde yaşadığı ortama (topluma) bağlayan, yarattığı dildir. Ortak dilden yola çıkar yazar. Ama bu dili kişisel bir dil durumuna getirmek zorundadır. Ortak dille, hiçbir büyük yapıt yaratılamaz.”

Sözcükleri yalan-yanlış kullanıp cümle bozukluklarını üslup diye savunan çoksatar yazarlarımıza Barthes’ın şu sözünü anımsatmak yeterli olur mu: “Sözcükler herkesin malıdır, ama cümle, yalnızca yazarın.”

Dil-yapıt tartışmalarına ilginç bir katkı: Bir romanın toplumsal içeriği. Dil. Dilden daha önemli toplumsal bir içerik olabilir mi?

Bendeniz gönül ehli: Nef’î’nin dizesindeki dil’i çift anlamlı yorumlamanız dileğiyle, özel dilimizi (dilin dili) yaratmamız gerektiği gerçeğiyle noktalıyorum:

“Ehl-i dildir diyemem sînesi sâf olmayana.”

Gönül GÖNENSİN


Kitap Yakmak Devri Geçmiş, Ya Okumak / Gönül Gönensin

10/11/2009

kitapkedi

 

SÖYLEŞİ

KİTAP YAKMAK DEVRİ GEÇMİŞ, YA OKUMAK…

………………………..Cennet’i bir kitaplık biçiminde düşleyen Borges’e

Sevgili Hilmi Yavuz, kitap okumanın bir alışkanlıktan çok bir yetenek işi olduğu kanısında. Bu yetenek ilkokulda ortaya çkar, ortaokulda gelişir, lisede ise yapılacak iş bu yeteneğe yön vermektir. Tıpkı resim yapmak, bir müzik aleti çalmak gibi düşünüyor okuma yeteneğini. Sonra da diyor ki: “belki de yetenek değil, çevredir insanı okumaya götüren. Hayalgücünü besleyen gölgeler, mangalın sıcaklığıdır kitapla birlikte hülyalı çocukların içini ısıtan. Evde yüksek sesle şiir okuyan babadır (kendi şiirlerini okuyan bir baba değil di mi? G.G.); sessiz ve gizemli ev içleri, arka bahçelerdir. İyi okurlar, belki yalnız çocukların arasından çıkıyor. Kimbilir?”

Ben “kesinlikle yalnız çocuklardan!” diyorum. Hani eskiler, gaz lambası ya da mum ışığında okumalarını ballandırarak anlatırlar ya, yalnızca mutsuz çocuklar için gerçek payı içerdiğini düşünürüm kitaba yönelmenin. Ama her çocuğun yakın çevresinin yasakçı ve buyurgan tavırlarla küçük yaşlardaki yetenekleri köreltmede de üstüne yoktur doğrusu.. En masum uyarıydı: “Şu aşk romanlarını bırak da dersine çalış yavrum.”

Oysa kitaba ilişkin yasaklar bende hep okuma iştahı uyandırmıştır. Evde yasakla karşılaşmadığım için ne zaman bir “yasaklanan kitap” haberi duysam, ne yapar eder bulurdum o kitabı, merakla okurdum sevmesem de… Geçen ay yitirdiğim sevgili bir arkadaşım gibi çoğu insan da aynı merakla arardı o toplatılmış kitapları. Hele yasaklanan ‘ahlaka mugayir’ olursa… Hiç unutmam, 80’li yılların başında Adalet Hanım’ın Fikrimin İnce Gülü adlı romanı toplatılmıştı da hemencecik bulup bir solukta okumuştum. O sıralarda evimizde “yasak” aramaya gelen sivil polisler ise 1000 kadar kitabımın içinden yalnızca ‘Rus Klasikleri’mi poşete doldurup götürmüşlerdi. Tolstoy ve Dostoyevski’nin komunizm propagandası yaptığı yıllardı evrenimizde…

Ülkemizde kitap okutmanın bir yöntemi de bu olabilir, birçok olumlu örnek tanığım var. Üstelik, küçük yayınevlerinin büyük paralarla başaramayacağı bir reklam kampanyası. Şaka bir yana, ‘demokrasi’nin(!) ‘has’ ölçütlerinden biridir ‘kitap yasağı’ bence.

Biraz tarihe dönelim mi bu arada: 1930’lar Almanyasında Nazilere karşıt düşünceleri içerdikleri ya da salt Yahudi yazarlarca yazılmış oldukları için “KİTAP YAKMA ŞENLİKLERİ” düzenleniyor.

A.L. Haight’ın ‘Yasaklanmış Kitaplar’ından o günleri anlatan bir bölüm: “10 Mayıs 1933’te öğrenciler Yahudi yazarlarca yazılmış 25 bin kitabı Berlin Üniversitesi’nin önündeki alanda yaktılar. Çiseleyen yağmur altında yükselen alevleri 40 bin kişi sessizce seyretti. Propaganda Bakanı Dr. Goebbels ‘bu davranışın sembolik önemi’ üzerine bir konuşma yaptı. Üniversitelerde benzeri gösteriler düzenlendi. Alanda Marksist edebiyatın yakıldığını ‘resmen’ seyreden 5 bin Münihli öğrenciye şöyle dendi: ‘Alman düşmanı kitapları yakan bu ateş, kalplerimizde de vatan sevgisini tutuştursun.’

Eserleri ateşe atılan yazarlardan kimileri şunlar: Marks, Freud, Jack London, Lessing, Hemingway, J. D. Passos, Emil Ludwig, Arthur Schnitzler, Troçki, Lenin, Stalin, Alfred Adler, Thomas Mann, Remarque, Einstein, Heinrich Heine…

1935 şubatında, Adolf Hitler’in Almanya’da yasakladığı kitaplardan oluşan bir Amerikan kitaplığı Brooklyn’de Prof. Einstein tarafından açıldı. Açış konuşmasında Einstein bu kitaplardan çoğunun Almanya’da yasaklanmasındaki biricik sebebin onlardaki ‘insani nitelik’ olduğunu, ‘nefret ve düşmanlık üzerine kurulan her toplumun çökmesinin kaçınılmazlığını, çünkü insan ruhundaki olumsuz itkilerin bir kere oluşup güçlendikten sonra, ister istemez günlük yaşamda da patlak vereceğini’ belirtti.

Nazilerin kitap yakma şenliği İkinci Dünya Savaşı’na kadar sürüyor. Naziler yeniliyor. Artık daha yeni ve vahşi Nazimiz ABD, bütün karaparçalarında (Afrika dahil !) modern yöntemlerle eski Nazilere taş çıkartacaktır. Sahi, son dönemde işgal ettiği Yakındoğu’daki kütüphanelere n’oldu?

1946’da savaş sonrası ilginç bir olay: “Almanya’daki Amerikan Askeri Hükümeti, Nazileri hatırlatan şeylerin imha edilmesini emretti.” Bunca acıların ardından ‘Nazi düşüncesini temizleme’ adı altında tüm Almanya’da kitaplar yine toplandı. ‘Özgürlük Savaşı’nın hazin sonucu bu… 1953’te Doğu Almanya’da toplanıp ortadan kaldırılan(?) ‘Alman, Nazi ve yabancı yazarların’ kitaplarının toplam adedi 5 milyon. Günümüzde ‘Korsan’ kitaplarla mücadele yöntemi de aynı anlayışın ürünü mü ne? Rahmetli Erdal Öz, İstanbul’da korsan kitap basan matbaaların yetkililerce bilindiğini özellikle söyler dururdu.

‘Demokrasi demokrasi!” dedikleri dünyanın her yerinde böyle bir şey olsa gerek?!

Geribıraktırılmış ülkelerde yönetimi kim ele geçirirse ilkokul eğitiminden başlayarak, değer yargılarıyla, dinsel inançlarıyla kendisi gibi düşünen insanlar yetiştirmek her ‘demokratik'(!) yönetim’in temel ilkesi olagelmiştir. Kitaplar, ha yakılmış, ha yasaklanıp ortadan kaldırılmış, farkeder mi? Hele ‘İnsan Hakları’ gibi bir aldatmaca kalkanınız da varsa, AB’nin ‘bilgi toplumu’ olarak bağrına bastığı Türkiye’de kitap okuma-okutmanın ne tür bir anlamı kaldı dersiniz. Ya öğretmenlerimizin ve öğrencilerimizin sürekli yükselen cehaletini nasıl açıklamalı?!

Büyüklerinize bir sorun: 12 Eylül günleri ülkemizde yakılan ya da gömülen kitapların sayısı, Dünya Savaşı’nın kitap yakma şenliklerinde imha edilen kitapların kaç katıdır? 12 Eylül’ü izleyen kış aylarında kitap yakarak ısınan ‘aydın’larımızın genç kuşaklarıyız bizler. Onlardan birçoğunun evinde-elinde hâlâ kitaba rastlayamazsınız bu yüzden. Lakin, güncel modaları ve popüler etkinlikleri izlemekte dünya şampiyonu sayabiliriz gençlerimizi. Her Türk, cep telefonu ve 3 G teknolojisiyle dünyaya bedeldir artık. Ve gençlerimiz şöyle diyebiliyor günümüzde: “Kitap okuyunca elime ne geçecek?”

Konumuz ‘ahlak’, ‘yasakçılık’ değil, ‘okumak’tı.. Red Kit ‘okuru’ bir başkan döneminden sonra ülkece küreselleştik ve ‘okuma’ diye bir sorunumuz da kalmadı böylece. 80’li yıllarda ‘yerli malı’ sosyetemizin, evleri için sevdiği renklerde kitaplıklar yaptırdığı, ardından da ciltleri aynı renkte ansiklopedi ya da kitap setleri sipariş ettiğine tanık olduk. O kitapların okunup okunmadığından söz etmeye gerek var mı? Okumayan ülkemizde, 2000’li yıllarda ‘sahaf’çılığın yükselmesini neye bağlıyorsunuz? Popüler korsan kitaplar satmayan bir sahafın yaşama şansı da kalmadı pek ya…

Günümüzde kitap okumayan iki insan türü var: Birincisi, kitap okumayanlar. İkincisi de, sözgelimi edebiyat türünde yer alan şu yazarları tümüyle okuyup da tümüne birden ‘bayılanlar’: Nâzım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek, Orhan Veli, Attilâ İlhan, Ahmed Arif, Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Elif Şafak, Yılmaz Erdoğan, Canan Tan, Ahmet Selçuk İlkan, Ataol Behramoğlu, Murathan Mungan, Yusuf Hayaloğlu… Bir anketten kopyaladığım adların çoğu şair oldu; halkımızın şiiri ne kadar çok sevdiği de ortaya çıktı böylece… İnternet şiir sitelerinde de en çok okunan “şairler”in arasında Yılmaz Güney, Uğur Mumcu, Can Dündar, Can Yücel (kendisine ait olmayan şiirlerle?) vb.. sanatçıları görüyoruz. Çok kültürlü medyamızda da Popüler kültür aşuresi Türk-İslam-ABD senteziyle revaçta…

Hani, ne Türkçe ne de Arapça bildiği halde ‘Arap harfleriyle Kur’an’ külliyatını alıp saklayan milyonlarca yurdum insanı gibi, pazarlamacıdan popüler bir yazarın setini taksitle alıp okumadan yıllarca saklayan ‘okurcu’larımızı da unutmayalım bu arada.

Peki günümüzün okurları ne durumda? Çoğunluğumuzu medya ‘bestseller’ listelerinin yönlendirdiğini söylemek bile gereksiz. Öte yandan, ‘çok satar’ın ‘az okunduğu’nu düşünürüm hep bense. (Yukarıdaki listeye bakınız)

Pazar’ın istekleri sanat’ın isteklerine ağır basınca kitap zaten ‘meta’ konumuna düşmüş durumda. Yoksul kitlenin okuma isteğine bir ölçüde yanıt verdiği için de kendi etiğimce son yıllarda ‘korsan kitap’a tümden karşı çıkamıyorum bir türlü. Ama bir avuç nitelikli varsıl okurumuzun işportaya yönelmesi de tuhafıma gidiyor doğrusu..

Konumuz ‘okuma” olunca, günümüzde ‘okur’luğun, hele ‘sıkı okuyucu’luğun bir uzmanlık alanı olduğunu kabullendiğimizde ‘okuma’ teması öyle çetrefilleşiyor ki, ‘mutlu azınlığımıza’ iki slogan yollamakla yetiniyorum şimdilik:

‘Ancak insanlar okuyabilir’ ve ‘Aslolan mutsuzluktur’.

Gönül Gönensin


S’imge Şairler : Rabinranath TAGORE

05/10/2009
tagoreK

Rabinranath Tagore


BENİ BAĞIŞLA AŞKIM, SENİ SEVİYORUM

Beni bağışla aşkım, aşkımı hoşgör artık
Beni hoşgör, beni bağışla, Seni seviyorum.

Yolsuz yordamsız bir kuş gibi öksendeyim
Yüreğim tir tir – örtüsünden kurtulmuş
Şimdi yoksul – şimdi çırılçıplak – şimdi soyunuk
Acını esirgeme benden – Ko sarınsın yüreğim
Ko giyinsin, ko kuşansın, ko örtünsün – Sonra
Beni bağışla aşkım – beni hoş gör – Seni seviyorum.

Eğer bir lokmacık bile sevemezsen beni –
Hiç mi hiç sevemezsen eğer
Acımı bağışla – beni hoşgör – Seni seviyorum.

Bana öyle eğri bakma – ırak durma ellerden
De – kuytuma çekilirim – De karanlığa kavuşurum
Sımsıkı tutarım ellerimle utancımı
Sarıp sarmalarım – dürüp bükerim
O an yüzün eğ benden Aşkım – kaçır benden
Beni hoşgör – beni bağışla – Seni seviyorum

Gün gelir – hayalin erişir karanlık yiter
Meyil verirsin bana – gün gelir
Şimdi çaresizim – yalnızım – kolum kanadım kırık
Beni bağışla Aşkım – beni hoşgör – Seni seviyorum

Seni seviyorum – Yüreğim mutluluk selinde
Kapıp koyveriyor kendini gurbetlere varıyor
Gülme bu korkulu gidişime – Gülme bağışla Aşkım
Beni bağışla – beni hoşgör – Seni seviyorum.

SENİ – YALNIZ SENİ

Seni – yalnız seni der yüreğim
Yalnız seni – yalnız seni – yalnız seni

Günümde gecemde nice tutkularım
Seni der – yalnız seni – yalnız seni

Bir ışık dileği şavklanır karanlıklarda
Derininden derininden seslenir bilincin
Yalnız seni der – yalnız seni – yalnız seni

Nasıl çarparsa vargücüyle karayel
Durgunluğa suskunluğu -son- diye
Öyle çarpar aşkına başkaldırışım
Öyle çarpar – öyle ses verir acılı :
Yalnız seni der – yalnız seni – yalnız seni – yalnız…

(Tarık Dursun K.)


EBEDİ DÖNGÜ

Ucu alevli tütsü, yok olmayı arzuluyor koku içinde,
Koku ise barınmak istiyor tütsüde.
Ezgi, katılmak isterken kafiyeye,
Kafiye çözülmek istiyor ezgide.
Fikir, var olmayı arzuluyor imgede,
İmgenin gözü fikre sızmakta.
Sonsuzluk, sonlu ile birleşmek isterken,
Sonlu, yitip gitmeyi istiyor sonsuzlukta.
Yaradıştan yok oluşa ve geriye,
Tuhaf ve sonu gelmez akış bu işte;
Tutsak, özgür olma peşindeyken,
Özgür, zincirler arıyor bağlanacağı.

(Gökçen Ezber)

EY TUTSAK, ANLAT BANA...

“Anlat bana ey tutsak, kimdi seni bağlayan?”

“Efendimdi”, dedi tutsak, “Servetle, kudretle
yeryüzünde herkesten daha üstün olabileceğimi
sandım ve kendi hazine odama taşıdım
hükümdarımın bütün servetini.
Ama yorgunluktan uykum bastırınca,
efendimin yatağına uzanıp, uyumuşum.
Uyanınca kendimi hazine odamda tutsak buldum”.

“Söyle bana ey tutsak, kim döğdü bu kırılmaz zinciri?”

“Ben kendi ellerimle döğdüm” dedi tutsak,
“üstün gücümün kudretiyle,
tüm yeryüzünü tutsak edebilirim sandım.
Sonunda harlı alevler ve acımasız vuruşlarımla
bu zincir üzerinde gece gündüz çalıştım.
Halkalar kaynayıp kırılmaz olunca da
kendimi bu zincire sımsıkı tutsak buldum.”


YAĞMURCUK İLE YASEMİN

İncecik bir yağmur damlası
Seslendi yaseminin kulağına:
“Hep yüreğinde tut beni, n’olur!”
Yasemincik, “Ama ben…” diyebildi,
İç çekti derinden, usulca
Ve sonra toprağa düşüverdi.

(Gönül Gönensin)


ARTIK GİDİYORUM

Artık gidiyorum,
Beni uğurlayan kardeşlerim,
Hepinize eğilerek ayrılıyorum.
Yalnız sizin son ve nazik sözlerinizi bekliyorum,
Uzun zaman komşuluk ettik ama
verebildiğimden çok aldım.
Şimdi gün ağardı,
karanlık köşemi aydınlatan lamba söndü,
Bir davet geldi ve ben yol için hazırım.
Bu ayrılık gününde bana bol şans dileyin
arkadaşlarım,
Beraberimde ne götüreceğimi sormayın.
Seyahatime boş eller
ve ümid eden bir kalple çıkıyorum…

(Bülent Ecevit)


S’imge Şairler / Bertolt Brecht

01/10/2009

brecht

BERTOLT BRECHT / SEÇİLMİŞ ŞİİRLER

DÖRT AŞK ŞARKISI

1

Senden ayrılıp sonra
Kavuşunca bu büyük güne
Gördüm, görmeye başlayınca
Herkesi neşe içinde.

Ve o akşam vaktinden beri
Bilirsin ya, hangisi
Dudaklarım daha bir güzel
Ve ayaklarım daha çevik şimdi.

Daha yeşil ağaçlar, dallar ve çimen,
Duyumsayınca böyle
Ve su daha hoş serin
Üstüme dökününce

II
Bana neşe verince sen
Düşünüyorum da bazen:
Şimdi ölebilirim diyorum işte
Ve hep mutlu kalırım böylece
Ta sonsuza dek.

Sen yaşlanınca sonra
Ve hatırlarsan eğer beni
Görünürüm yine bugünkü gibi
Ve bir sevgilin olur senin de
Hâlâ gencecik biri.

III
Yedi gülü var dalın
Altısını yel alır
Biri kalır geriye
O da bana adanır.

Yedi kez çağırırım seni
Altısında gelme kal
Ama yedincisinde söz ver
Tek bir sözcükle gel.

IV
Bir dal verdi sevdiğim
Üstünde sarı yapraklar.
Yıl desen, geçer gider
Sevdaysa yeni başlar.

(Kerem Çalışkan)


SENİ HİÇ ÖYLESİNE SEVMEMİŞTİM

Seni hiç öylesine sevmemiştim, küçüğüm
Ayrılırkenki kadar senden o akşam kızıllığında
Mavi orman yuttu beni, küçüğüm, mavi orman
Üstünde soluk yıldızlar çoktan belirirken batıda

Hiç gülmedim küçüğüm, gülmedim biraz olsun
Giderken karanlık kaderime rahatça –
Arkamda kalan yüzler
Mavi orman akşamında soluyordu yavaşça.

Yalnız ve yalnız o akşam güzeldi her şey, küçüğüm
Ne daha önce, ne daha sonra –
Tabii: Yalnızca koca kuşlar kaldı artık bana
Gece karanlık gökyüzünde dolaşan aç açına.

(Kerem Çalışkan)


ONUNLA GİTMEK İSTİYORUM, SEVDİĞİMLE

Onunla gitmek istiyorum, sevdiğimle.
Hesaplamak istemiyorum, neye mal olacağını.
Düşünmek istemiyorum, iyi mi kötü mü diye.
Bilmek istemiyorum, sevip sevmediğini beni.
Onunla gitmek istiyorum, sevdiğimle.

(Kerem Çalışkan)


ÖĞRENMEYE ÖVGÜ

En kolayından başla öğrenmeye,
çoktan geldi zamanı,
sakın geciktik falan deme!
Alfabe yetmez ama, öğren onu,
başla bir kez ve dayan!
Ne yap yap, öğren her şeyi,
ve ne yap yap, başa geç!

Sürgünde misin, öğren!
Zindanda mısın, öğren!
Mutfakta mısın, öğren!
Altmışında mısın, öğren!
Ve ne yap yap, başa geç!

Bir silahtır sana o,
sarıl ona, başa geç!
Sıkılma, arkadaş, araştır, sor!
Kulak asma her söylenene,
gözünü dört aç, kendin gör!
Bir şeyi kendin öğrenmedin mi,
onu bilmiyorsun demektir!

İyi bak şu hesaba,
sensin onu ödeyecek olan!
Her koltukta oturana mim koy,
nasıl gelmiş oraya, sor soruştur!
Ve ne yap yap başa geç!

(A. Kadir)


SÜRGÜN ÜZERİNE

Ne işe yarar çivi çakmak duvara
As gitsin iskemleye elbiseni
Nasıl olsa döneceksin
Bir hafta için değer mi?

Sulamasan da olur o fidanı
Ağaç dikmesen de olur
Boyu dizini bulmadan daha
Dönecek değil misin sevinç içinde?

Hiçbir işe yaramaz o yabancı dilden kitap
Kimliğini açığaa vurmaktan gayrı.
Seni çağıran mektup
Ana dilinde yazılmış olmayacak mı?

Kireçleri dökülür gibi bir eski yapının
(Ko dökülsün engel olma!)
Yıkılır gider adalet karşısında bir gün
Şu sınırda gördüğün
Zulüm duvarı da.

Elinle çaktığın şu çiviye bak
Söyle ne zaman döneceksin uzak yurduna?
Neler sezdiğini bilmek istemez misin?..

Emek verdin durmadan
Kurtuluş için
Odana kapanmış aralıksız yazarsın
Nedir ürünü emeğinin bilmek istemez misin?
Kestane ağacına bak avluda boy atan
Elinle suladığın kestane ağacına.

(Attila Tokatlı)


KARANLIK ZAMANLARDA

Demeyecekler: Ceviz ağacının rüzgârda sallandığı sıralardı.
Ama diyecekler: Badanacı’nın emekçileri ezdiği sıralardı.

Demeyecekler: Çocuğun yassı taşı ırmakta kaydırdığı sıralardı.
Ama diyecekler: Büyük savaşların hazırlandığı sıralardı.

Demeyecekler: Kadının odaya girdiği sıralardı.
Ama diyecekler: Tüm güçlerin emekçilere karşı birleştiği sıralardı.

Demeyecekler: Karanlıktı o sıralarda günler, geceler.
Ama diyecekler: Bu ülkenin şairleri neden sessizdiler?

(Gönül Gönensin)


DUMAN

Minnacık ev göl kıyısında ağaçlarla çevrili,
Keyifle bir duman yükseliyor çatısından.
Bir gün yokolursa o duman.
Düşünün ne avuntusuz olurdu
Ev, göl ve orman

(Gönül Gönensin)


SHAKESPEARE

24/09/2009

shakespeareShakespeare’den Seçilmiş Şiirler


SONE 10

Yazık! hem kıyasıya harcıyorsun kendini,
Hem gönlün yeltenmiyor hiç kimseyi sevmeye.
Biliyorsun, saymakla bitmez sevenler seni,
Ama besbelli sen aşk duymuyorsun kimseye.
Öldüren bir nefrettir yüreğindeki şeytan;
Hiç umurunda değil kazsan kendi kuyunu,
Çekinmezsen güzelim canevini yıkmaktan
Onarmak olmalıyken asıl amacın onu.
Sen tutum değiştir de cayayım düşüncemden,
Yumuşak bir sevgi koy nefret yerine bir yol;
Göründüğün gibi ol; cömert, sıcak, sevecen;
Hiç değilse kendine yumuşak yürekli ol.
Aşkın uğruna bir ‘sen’ daha yarat kendine:
Güzellik onda veya sende yaşasın yine.

(Talât Sait Halman)


SONE 14

Kararlarımı verirken ben, yıldızlara danışmam,
Oysa kendime göre anlarım yıldız falından;
Ama hayırlı hayırsız haber vermeye kalkı
Söz etmem mevsimlerden, kıtlıktan ya da vebadan.
Göklerde gördüğüme bakıp da zaman zaman,
Kime firtına var, yağmur, ya da rüzgâr, bilemem;
Fal filan da bakamam ben, yarınları okuyamam,
İşleri nasıl gidecek, hükümdarlara söyleyemem.
Senin gözlerine bakarım geleceği görmek için ben;
İşte şimdi de, o değişmez yıldızlar gösteriyor ki,
Gerçekle güzellik birleşip mutlu olacak ebediyen,
Soyunu düşünürsen eğer, bir yana bırakıp, kendini.
Yok düşünmezsen, işte söylüyorum geleceğini:
Senin sonun, gerçekle güzelliğin de kader günü.

(Bülent-Saadet Bozkurt)


SONNET 18

Denk tutar mıyım seni hiç ben yaz günlerine
Çok daha sıcak kanlı çok daha sevimlisin
Kıyasıya yel çarpar mayıs çiçeklerine
Ve yaz bizimle kalır çok kısa bir çağ için.

Bazı bazı gök bize fazlaca kızgın bakar
Ya da altından ten’i kararır ikide bir
Ve her güzel zamanla güzelliği yitirir
Kısmet ya da tabiat onu bu hale koyar.

Senin ölümsüz yazın hiç solmayacak ama;
Ölüm yitirmiyecek sendeki güzelliği
Ve çekmiyecek seni kendi karanlığına

Erişirsin ölümsüz şiirimle her çağa
Kişi nefes aldıkça, gözler görebildikçe
Yaşadıkça şiirim, hayat verdikçe sana.

(Bilge Umar)

İNSANIN YEDİ DÖNEMİ

Bir tiyatro sahnesidir şu koskoca yeryüzü,
Turnelerde kadın erkek herkes birer oyuncu,
Her oyunun yeterlidir giriş çıkış kapısı.
Yaşadıkça türlü türlü rolleri var insanın.
Yaşamında yedi dönem: İlk dönem bir bebektir,
Emer, kusar, cıyaklar annesinin kucağında,
Sonra büyür çocuk olur çantası sırtında,
Mutsuz ve saf bir yüzle her gün sallana sallana
İsteksiz gider okuluna. Derken âşık olur,
Kalbi sızlar, mektup yazar, türkü yakar
Sevgilinin gözlerine. Sonra askerlik başlar,
Sakalları koyverir, garip yeminler eder,
Onuru için kıskançtır, savaşır kahramanca,
Oysa bütün aradığı bir tutam şan-şöhrettir.
Göz açıp kapar yıllar, bir bakar yargıç olmuş:
Hediye tavuklarla, ikramlarla şişkin karnı,
Sert bakışlar, buyruklar, korkutucu sakallar.
Ne kararlar savurur ve ne yavan nükteler;
Ustaca oynar rolünü. Altıncı dönem başlar,
Ayağında terliğiyle cılız palyoçaya döner,
İri burnunda gözlüğü, koltuğunda kesesi,
Zor durabilir incecik bacakları üstünde.
Eski kalın tok sesi döner çocuk sesine
Cırlak bir ıslık gibi., ve yedinci son dönemle
Kapanır perde, sona erer bir ömürcük hikaye,
İkinci çocukluktur oyunun sonu, unutkan,
Dişsiz, gözsüz, kulaksız, duyarsız, yavan…

(Gönül Gönensin)

SONE 24

Gözlerim ressam oldu senin güzelliğine,
Kalbimin levhasına nakşetti görüntünü
Bedenim de çerçeve oldu senin resmine
Derinlikle güçlendi sanatın en üstünü.
Göreceksin, ressamın ustalığı nasılmış
Gerçek yüzünü çizmek, olur ancak bu kadar.
İşte resmin kalbimde baş köşeye asılmış
Sergimde pencereler göz nurunla ışıldar.
Gözler, başka gözlere ne iyilik etti, bak:
Benim gözlerim çizdi senin güzelliğini;
Seninkiler gönlüme pencereler açarak
Güneşi soktu – coşsun, gözlesin diye seni
Ama kurnaz gözlerin sanat yeteneği az:
Sırf gördüğünü çizer, yüreği tanıyamaz.

(Talât Sait Halman)


SONE

Gün boyunca açıkken bakar kör gibidirler,
Kapanınca dünyaları görürler gözlerim;
Hele uyku saatleri, hep sen varken düşlerde,
Işıl ışıl gözlerler karanlıklarda seni.
Gezinen gölgen aydınlatırken tüm gölgeleri
Görmez gözleri bile kamaştırır ışıltın,
Bir bilsen o gölgenin görkemli suretini…
Senin ölgün gecelerde gezinen gölgen bile
Nasıl da aydınlatır günyüzünü, düşünce
Derin uykuya gömülmüş kör gözlerin kalbine…
Nasıl mutlanır benim gözlerim de kimbilir
Canlı gün ışıyında sana baktığı zaman..
Seni göremedikçe, benim her günüm gece,
Gecelerim günaydın, sen düşüme girince.

(Gönül Gönensin)


SONE 57

Kölen olmuşum senin, elden başka ne gelir,
Gece gündüz el pençe divanım buyruğuna;
Geçirdiğim saatler baştan başa bir hiçtir
Sen buyurmuş değilsen çabalarım boşuna.
Senin için, sultanım, saatleri gözlerken
Ben kimim ki küseyim sonu gelmez günlere,
Kara kara düşünmem, acı çekmem özlerken
Uğurlar olsun dersen kölene sen bir kere;
Ben kimim ki kıskanıp kuşkulanıp sorayım
Kimle içli dışlısın, nedir yaptığın işler;
Derdim günüm put gibi düşünmeden durayım,
Mutlu kıldıklarını bilmek içime işler.
Öyle körkütük sâdık bir köledir ki sevda,
Seni kötü göremez bin kötülük yapsan da.

Türkçesi: Talat Sait Halman