SİYAH SONNET / Hilmi YAVUZ

10/03/2010

siyah sonnet


sular kayboldu büyüde, büyü tüldü tül
siyah, kendini gösteriyor, kapanır
yalnızlık dizlerine… gel, gömül
tenine… o tenin ki, Zaman’dır…

maide ve siyah, olur elbet, kınından
çekilir gibi yollar… sularda ayna sesi!
âh, gökler bıkar gider kendi erguvanından;
bir aynaya dönüşür ötekinin gölgesi…

ve siyah… ayna düşer! aynayla birlikte
herşey kırılır!
ne kalır geriye aynadan, söyle, ne kalır?
geriye kalan âh, sadece yalnızlıklardır…

aynalarmış gibi yapan aynalar!..
sır biziz, aynalar sırrolacaklar…

Hilmi Yavuz


GENÇLİĞİMDE BEN DE ŞİİR YAZMIŞTIM / Hilmi Yavuz

01/03/2010

GENÇLİĞİMDE BEN DE ŞİİR YAZMIŞTIM

‘Gençliğimde ben de şiir yazmıştım..’ Kimbilir kaç kez duymuşumdur bunu birilerinden. Biraz hüzün, biraz da ince alay vardır bu sözlerde. Şiir, gençken yazılan, sonra da bırakılan bir şeydir sanki –öyle sanılır. Bir delikanlılık tutkusudur, bir yeniyetmelik başdönmesi… Geçecektir. ‘Gençliğimde ben de şiir yazmıştım!..’, bir alegoridir belki de. Bunu söyleyen, gençliğinin aşklarla, çılgınlıklarla doludizgin geçtiğini söylemek istemektedir. Bu yüzden hoşgörülür gençken şiir yazanlar, bağışlanır. Nasıl olsa yaşlandıkça bu tutku, gençliğin uçarılıklarıyla birlikte, geçip gidecektir. Rilke’nin Genç Bir Şaire Mektuplar’da dediği gibi, ‘yazmamak için insanın yazmadan da yaşayabileceğini duymuş olması yeter.’

‘Gençliğimde ben de şiir yazmıştım!..’ Gene de doğru bir yanı da var gibi geliyor bana bu sözün. Şiir, sonradan bırakılsın, ya da bırakılmasın, gençlikte başlanan, başlaması gereken bir uğraştır. (……)

Gençken yazdıklarını önemser şair; ayıklamak değil, çoğaltmak ister dizelerini: ‘Biraz daha yazmalıyım… Daha, daha…’ diye düşünür genç şair. Sanır ki, ne kadar çok yazarsa, o kadar ağırlıkla kanıtlayacaktır kendini. Şiiri önemserken kendini önemsemektedir aslında: Bütün güzel dizeleri o yaratmıştır! (….)

Oysa genç şair, ataktır, maymun iştahlıdır o, dur durak bilmez. Dünya kendi şiiri için varmış, onun yazmasını bekliyormuş gibidir. Her şey ne kadar açık ve seçiktir genç şair için… Biraz delidolu, atak, biraz da kaçık olması, gençliğine verilir. (Delidolu kaçık yaşlı şairlerse, nedense biraz patetiktirler.) Yaşamı önemser genç şair; şiir, yaşamın içinden yazılmalıdır. Böyle düşünür o.

Şiir yayımlamak! Genç şair, dergilerin çıkışını yüreği sıkışarak bekler. Satın alırken dergiyi, elleri titremektedir: ‘Acaba koydular mı şiirimi?’ Dünya yoğunlaşmıştır o sıra, dergi olmuştur. İşte orada!.. Arka sayfalarda, ama olsun… Adını görür önce (Genç şairlerin, bir dergi ya da kitabın herhangi bir satırında kendi adlarını şıp diye görebilmek gibi eşsiz bir yetileri vardır.) Büyük zafer: şiir oradadır işte! Bir yerlerden gizli çiçekler yağar üzerine, yollar açılır…

Yaşlı şairse, ah evet kanıksamıştır bütün bunları. Dergilerde şiirini görmenin tadı yoktur -nasılsa yayımlayacaklardır onu- Yaşlı şair bunu bilir. Gene de, genç şairin yapamadığı bir şeyi yapar: dergide öteki şairlerin, özellikle de kuşakdaşlarının şiirlerini, biraz yüreği sıkışarak okur. Sonunda, onların ‘ne kadar kötü şiir yazdıklarını’ kendi kendine kanıtlayabilmek için!

En çok kendi kuşağına karşı acımasızdır yaşlı şair. Oysa gençken, hep birlikteydiler. Birlikte dergiler çıkardılar, öteki genç şairlere (onlar da hep biraradaydılar), gene hep birlikte saldırdılar. Öyleydi, evet. Yaşlı şairlerse tek başlarınadırlar. Kendi kuşaklarından, ya da daha yaşlı şairlerle birlikte olmak istemez olurlar. Yaşlandıkça şair, tek başınalığı seçer. Ustalığa soyunduğundan mıdır, yoksa tek başınalıkta bir gizem, bir büyü olduğundan mıdır? Bilinmez. Genç şair de ‘bir gün tek başına’ kalmayı öğrenecektir sonunda.
Şimdi bakıyorum da genç şairler bizim bundan otuz yıl öncemiz gibiler. Bir farkla: Eskiden bizim gittiğimiz kahveler (Hatırla Erdal Öz, hatırla Kemal Özer, hatırla Onat Kutlar: Fatih’te Yıldırım Kahvesini; Acemin kahvesini Kıztaşı’ndaki) pastaneler (Hatırla Demir Özlü, hatırla Yılmaz Gruda, hatırla Demirtaş Ceyhun Baylan Pastanesi’ni), şarapevleri vardı (tümünüz hatırlayın Pano’nun şarapevini, Tarlabaşı’ndaki). Şimdi de genç şairler birarada görünüyorlar yine: Ama bilinen bir pastane, bir kahve ya da şarapevi yok sanırım. ‘Birarada görünüyorlar’ diyorum: Çünkü birarada görüyorum onları; bir konuşma yapmak üzere geldiklerinde… Güzel olan şu: Şimdilerde genç şairlerin bir öbeği, şiiri çok daha ciddiye alıyor. Şiirlerinin yayımlanması yetmiyor onlar için; yaşlı kuşaklarla hesaplaşmak da yetmiyor (oysa biz bu ikisiyle yetinirdik gençken). Şiirin sorunları ne, teknik sorunlar, düşünsel sorunlar, ahlak sorunları?.. bilmek istiyorlar. Bir yandan öğrenirken şiiri, bir yandan öğretmek istiyorlar. Bir poietike olarak alıyorlar şiiri. (…)

(Denemeler, Boyut Yay.)

Hilmi Yavuz


DOĞU’NUN KADINLARI / Hilmi Yavuz

26/02/2010

DOĞUNUN KADINLARI

biz batan güne sahip çıktığımızda
ay, bitlis’te sarı tütün
ya da bir akarsu imgesi
gibi yiğit ve bütün
bir ağıttır
kadınlarımızda
onlar hüznü bir çeyiz
çileyi ince bir nergis
ve gülerken bir dağ silsilesi
taşırlar
ve birer acıdan ibarettiler
kayıtlarımızda

kadınlar ki alınlarımızda
doğuyu mavi bir nokta
ve yazgıları çok uzakta
bir nehir yoluna
karışırlar
ölümleri duvaktan beyaz
ve ahlat, erciş, adilcevaz
üzerinde geçen bir kederle
yarışırlar
ve birer yazmadan ibarettirler
sevdalarımızda

biz bir yazın ayağında
en küçük bir gurbeti bile
içi titreyerek okuyan
ve bir gülü tersinden dokuyan
umutlarımızda
başlığı kınadan turaç
bebesi doğuştan kıraç
ve bir ninniyle darılıp
bir türküyle barışırlar
ve birer hasretten ibarettirler
mektuplarımızda

Hilmi Yavuz


DOĞUNUN KALITI / Hilmi Yavuz

19/02/2010

doğunun kalıtı

biz üç güzel kardeştik ve ölüm,
ölüm en gencimizdi bizim

bize doğunun büyük şiiri kaldı

o bir nehir gibi ve kendimizin
nice ipek yollarına dökülüp
ve derin kollarına bir gonca
gül diye kapanıp ve tiftik,
safran ve kilim gibi onca
acılardan sonra, mağrur ve yitik
bir külliyeye benzer gurbetimizin
gide gide sonuna geldik

biz üç güzel kardeştik
ve ölüm, en gencimizdi bizim

bize doğunun büyük şiiri kaldı

sonra derviş defterimiz kapandı
gün kara koyun, gece oğlaktı
ve göçebe bir çeşme olan ikizim
şiiri bir oba gibi kaldırıp
dağ taş demeden, dizlerimizin
bir bir büküldüğü baharat yollarından
korkunç bir ağıt diye geçirip
bizi düzlüğe çıkardı

bize doğunun büyük şiiri kaldı

Hilmi Yavuz


GÜNÜMÜZ TÜRK ŞİİRİ 1998 – 1999

28/01/2010

1998 ‘İNSAN’ ŞİİR YILLIĞI

’98’den ’98 Şair, ’98 Şiir


AKŞAM VE HİÇBİRŞEY

ordular, sen onlardan birisin:
çulunu ser çöle, yüzün’ bana dön!
ko gitsin gülünü, sözün’ yele ver!
hüzün gibi misin? evet gibi’sin…

farkında ol artık, kalpte sökükler;
aşklarsa, âh, yama üstüne yama;
bir kumaş, eprimiş, havı dökülmüş;
kendini bir teyelle tuttur akşama…

işte hepsi gittiler, boş kaldı herşey,
bak, yalnızlıklar da yol aldı epey,
neden şimdi beni kendine çeker
şu benim yüzümdeki hiçbirşey!..

HİLMİ YAVUZ

AYDINLIK

Kararlı biri var omzumda
Ağırlıksız biri
Oraya ulaşıyor nereye gitsem

Yıllar sonra yolcusuydum uzakların
Uçuverdi birdenbire
Anladım aydınlığın yenyüzünde kaldığını

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

BENİ BİR YAZA GÖMDÜLERDİ BİR ZAMAN

Beni bir yaza gömdülerdi bir zaman
Her yer olabilecek bir kuytulukta
Bir kadın vardı bir balkonda
Sesinde yaralı bir gül olan

Hayat ve mevsimler aynı şeydi
Uyku kadar derin bir suda boğulurken
İlkbahar kekeleyerek geldi
Kırık çocuk gülüşlerinden

Deniz oracıktaydı ve buğusu
Eriyorken havada sesler
Her şeyin bir büyü oluşturduğu
Gizemli kokular ve gülüşler

Beni bir yaza gömdülerdi bir zaman
Annem olan bir sessizlikte
Belki de onun kalbidir açan
Derin bir gülün içinde

ATAOL BEHRAMOĞLU

BOĞULMAK

Boğulmak benim hünerimdir
Yağmurlara uzak o topraklarda
De ki öldü bu adam
Halk diktatörlüğünün birinci yılında

Boğulmak benim hünerimdir
Su geçirmez şemsiyeler gibi kollarımı açıp da
Yeni geldim, kurundum, söyle ne oldum
O mel’un yalnızlığın çorak sayfasında

Kendimi koşuya saldığım bir mevsimdir
Yağmur beni kovalar, ben yüzümü yıkarım
Kirliyim, arınmam, üç beş kadeh atarım
Üstüne de bir cigara yakarım, ben adam olsam

Derin uçurumlara tutkun bir ağaç gibi

Boğulmak hüner midirah, bir elimi tutsan.

AHMET ERHAN

FOTOĞRAF

Annem bana göğsünden
esvap dikmiş, aynı ipek
kumaştanız; gömleğimiz
tıpkı renk, babam bize
kanat germiş.

Meğer benim bir yaşım!

* * *

Ben şimdi kalsam da
kalamam; savrulur-
güzel geçmiş; kol desem,
kanat eprir; ipek de-
çürür, zaman da… Annem,
kendisiyle konuşur.

* * *

Hünerine bereket!

Beni yine doğurur.

Babam buna sevinir.

SİNA AKYOL

REQUİEM

………………………………..Dr. Mehmet Şen’e

Boynum kıldan ince ölüme
– Değil mi ki şol illetten iğne ipliğe dönmüş bedenim-
Ve ölüm ki benim bu ölümlü dünyaya gelmemle
Beraber dünyaya gelen maşallahı var oğlum,
Ona ben analık ettim, onu ben elimde büyüttüm
Onu şu kadarcıktan bu boya ben getirdim
Yedim yedirdim, içtim içirdim, kustum kusturdum
Onu sütümle, onu kanımla, onu aklımla besledim
Nereye gittiysem, ölümüne kadar yanımda götürdüm
Ne zaman aşkımı öpsem, ona da öptürdüm
Ben gençken o da gençti, ihtiyarım o da ihtiyar
Siperlerde omuz omuza döğüştük o diyar bu diyar
Kimi de nefsimizle barışık-bahtiyar mı bahtiyar
Şiir düzerken tüy kalemim oynatırdı kıyısından
Onu unuttuğum da oldu, ölümcül mü ülümcül bir ihmal!
Hatırladığımda ama, öyle yarım yaşadığıma bin pişman
O denli unutkanlıklarım için mi şimdi bu intikam?
-Adam sen de; bir ben miyim alemde oğlu hayırsız çıkan!
Ki saldın bu hebis Haşhoşiyûnu, ‘lan günahı boynuna;
Anarşit bir Urartulu ur musallat ettin boynuma!
Truva’da Tahta At güya, içinden uğruyorlar dışarı
Çoğaldıkça çoğalan o maraz, o haşarı hücreler
Farkındaysalar da kıyımın, tutamıyorlar kendilerini
Yazık, benle koyun koyna onlar da verecek son nefeslerini! ..
Gel bakalım diyorum, gidiyoruz senle, namızsız oğul!
Oğul verdikçe veren o belalıları da alayımıza katıp
Neş’eye neşideler okuya okuya, iyi sularda aşağı
Gidiyoruz o ölümsüz Allahrahatlıkversinlere doğru…
Sizin de içiniz rahat olsun ey arkada kalanlar
Bundan böyle size anakarada ölüm yok!

CAN YÜCEL


SERENAD / Neruda

25/01/2010

Pablo Neruda

(Şili, 1904 – 1973)

SERENAD

Sen benim derimden çok daha benimsin. Seni ararken
içimde, damarlarımda, kanımda, ışıkla örülmüş
Gizemli dokularımda sendin bulduğum. Sanki kandın sen
Taştın, azıktın.
Bense dışında kaldım aklın, çılgınlığın, giysilerin,
Eski bir karanlık ve ormanlar soyundan geliyorum,
Ama tıpkı bir kuyudaymış gibi iki büklüm girip
Kör bir adam gibi el yordamıyla
Yolumu bulmaya çalışırken topraklarımda,
Adımlarıma yön verecek parmaklıklar yoksa da
Vardır senin gülünün büyümesi evimde
İçimde büyümeyi sürdürüyorsun,
Köklerin çok derinde

Yapraklarında parmak uçlarımı yakmadan
Gözlerine dokunmam olanaksız
Susuzluğumda bedeninin yangınları tutuşur
Kurar yüzünün yaprakları yokluğunu
‘Kim var orada, kim var orada?’ diye sorarım sanki
Gecenin geç saatlerinde
Birisi kapımı çalmış gibi
Bir de bakarım ki boşluğun ortasında rüzgârdan
Başka bir şey yoktur
Sulardan, ağaçlardan, gündüzleyin yaktığımız
Ateşlerden sönmeye yüz tutmuş
Sanki hiçbir şey yokmuş da
Var olan her şey oradaymış gibi
Sanki yeryüzünün bütün toprakları
Kapımı tıklatıyormuş gibi
Adsız, yaşam gibi belirsiz
Filizlenen bitkiler ve çamur gibi bulanık,
Gözlerimi kapar kapamaz uyanırsın canevimde
Ben toprağa uzanınca doğarsın uçuşan tozlar gibi,
Yatağını aşındıran nehir
Birbirine dolanmış çıplak ağaç köklerini koruyarak büyürse
Sen de onlar gibi büyürsün bende
O nasıl karanlığıyla birlikteyse, sen de benimle birliktesin
İşte kan ya da buğday, toprak ya da ateş
Yaşarız burada, bir tek bitkiymiş gibi
Yapraklarının anlamını bilmeyen.

Türkçesi: Hilmi Yavuz


AYNALAR ve ZAMAN / Hilmi Yavuz

02/01/2010

AYNALAR VE ZAMAN

erguvanlar geçip gittiler bahçelerden
geriye sadece erguvanlar kaldı

şair! bahçelere özenecek ne vardı?
işte tenhâ her yanımız, hep tenhâ
ne aradık sözcüklerin kuytularında
ne bulduk soldukça çoğalan dilimizde?
Zaman’ın sırı hâlâ duruyor olmalı ki üzerimizde
biz bakınca görünen aynalardı

nasıl var olduysanız öyle kayboldulardı
bir yazın tiniyle bir güzün bedeni
hem birleşti hem de ayrıldı sizde
şair! gördünüz kimbilir kaç aşkın battığını
o derin sulara kapılmış şiirlerinizde…
nedeni, ne kayalar ne fırtınalardı:

kuytulardı, geçip gittiler sözlerimizden
geriye sadece kuytular kaldı

Hilmi YAVUZ


EROS İLE THANATOS / Hilmi Yavuz

12/12/2009

EROS İLE THANATOS

sana sarı bir yaz gönderdim
onu bir Zaman gibi koynunda sakla
önce kuytular göle çekildi
ayrılık, ayrıldığın yerde değildi
herkes, artık, elbette
dağ’dır biraz
ve sarı yaz senin perden

suya gömdün yaprağın adını
bir kentin hüznüne benzedin birden
aşklar kimliksizleşti: süslü zamanlar!
sen ki kendi kendinin özleminden
sıkılırdın… sorardın:
‘olur mu,
anlamak aşkları eski güllerden?’

işte bir söyleyişin solgun yüzü:
artık ne bir anıdan arta kalanlar-
dan söz var! ne bir şey!
-boşuna!..
ölüm, olmak’tır ve bir söz kanar;
yalnız yalnızlıklardır bizden olanlar!
onlardı, gittiler… daha gelmeden…

bense akşam oldum artık
ve akşamlar, benim gövdem…

Hilmi YAVUZ


S’imge : ÖLÜM

07/12/2009

S’imge : ÖLÜM sayımızda Türk ve Dünya Edebiyatından seçilmiş 16 düzyazı ve 75 şiir yer alıyor.

Abdülhak Hamit Tarhan

(1852 – 1937)

MAKBER

Eyvâh!.. Ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu âh ü zâr kaldı.
Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.
Ben gittim o hâksâr kaldı,
Bir kûşede târumâr kaldı.
Bâkî o, enîs–i dilden eyvâh!
Beyrût’ta bir mezâr kaldı.
……
Çık Fâtıma, lâhdden kıyâm et,
Yâdımdaki hâlime devâm et!
Ketmetme bu râzı, söyle bir söz,
Ben isterim âh öyle bir söz!..
Güller gibi meyl-i ibtisâm et,
Dağ-ı dile çâre bul, merâm et!..
Bir tatlı bakışla, bir gülüşle
Eyyâm-ı hayâtımı tamâm et!..
……
Yâ Rab, öleyim mi neyleyim ben?..
Ayrı yaşayım mı sevdiğimden?..
Verdin bana böyle bir mûsibet,
Ettin beni düşmen-i muhabbet.
Ya bir kulu sevmiyor musun sen?..
Ya böyle bir ölüm değil mi erken?..
Hiç bulmamak üzre gâib ettim,
Mecnun gibi ben onu severken.
……
Her yer karanlık pür-nûr o mevkî?..
Mağrib mi yoksa makber mi yâ Râb!
Yâ hâbgâh-ı dilber mi yâ Râb,
Rüyâ değil bu ayniyle vakî.
Kabrin çiçekten bir türbe olmuş,
Dönmüş o türbe bir haclegâhe,
Bir haclegâhe dönmüşse türben
Aç koynunu aç maşukânım ben.
……
Sen öldün, ölüm güzel demektir,
Ölsem yaraşır gamınla her gün.

AHMET HÂŞİM

(1885 -1933)

ÖLMEK

Firâz-ı zirve-i Sinâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
Cevf-i ye’s-âşinâ-yı hüsrâna..
Titrek
Parıltılarla yanan bir mesâ-yı mezbaha-renk
Dağılırken suhûr-ı üryana,
Firâz-ı zirve-i Sinâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
Cevf-i yes-âşinâ-yı hüsrâna…

Kanlı bir gömlek
Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan
Alıp sürükleyerek,
O dem ki refref-i hestîye samt olur kaaim,
Ve bir günün dem-i âlâyiş-î zevâlinde
Sürüklenir sular âfâka şu’le hâlinde,
O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümîde adem.
Bir derin sesle “haydi” der uçurum,
O dem,
Firâz-ı zirve-i Sinâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden,
Cevf-i hüsrâna düşmek istiyorum.

YUSUF ZİYA ORTAÇ

(1895-1967)

BİR GÜN

Bir gün basacak beni de
Göğsüne bu anne toprak.
Görecekler ellerimi
Bir çınarda yaprak yaprak…

Sesim, dalda öten bir kuş,
Ruhum, fezada bir uçuş,
Bütün huzurunu bulmuş,
Bu dünyadan uzak, uzak…

Benden bir zerre her çiçek,
Benim gözlerim şu böcek,
Çiftçiler her yaz biçecek
Saçlarımı orak orak…

Dört mevsimle dolu başım,
Otlar, yapraklar sırdaşım,
Kara toprağı gözyaşım
Sulayacak ırmak ırmak…

FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL

(1898-1973)

ANNESİZ ÖLÜ

Dün bir cenaze gömdüm bağrıma gizli gizli,
Bu küçük bir çocuktu, sarışın saz benizli:
Taş kesildi yüreğim mezarının başında.

Saz benizli bir öksüz, sarışın bir yetimdi,
Bu gömdüğüm cenaze benim muhabbetimdi,
Veda etti hayata doymadan üç yaşına.

Dünden beri gençliğim yarım, kalbim yarımdır.
Bu talihsiz mezarı benim damarlarımdır
Sinirli dallarıyla kucaklayan sarmaşık.

Neşeye hasret giden sevdamın arkasından
Ağlasın istiyorum, bir genç kadın yasından,
Ömrünü damla damla terk ederken bir âşık…

Bir genç kadın ki duysa bu vakitsiz ölümü
Matemini tutmaya kâfi görür gönlümü,
Yine hayata sevda ufuklarından güler.

Hiç can vermiş var mıdır bundan daha elemli;
Yaşarken gözü nemli, ölürken gözü nemli?
Ah annesiz ölüler, sevgilisiz ölüler!

NECİP FAZIL KISAKÜREK

(1901 – 1984)

TABUT

Tahtadan yapılmış bir uzun kutu;
Baş tarafı geniş, ayakucu dar.
Çakanlar bilir ki, bu boş tabutu
Yarın kendileri dolduracaklar.

Her yandan küçülen bir oda gibi,
Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış.
Sanki bir taş bebek kutuda gibi,
Hayalim içinde uzanmış kalmış.

Cılız vücuduma tam görünse de,
İçim, bu dar yere sığılmaz diyor.
Geride kalanlar hep dövünse de
İnsan birer birer yine giriyor.

Ölenler yeniden doğarmış; gerçek!
Tabut değildir bu, bir tahta kundak.
Bu ağır hediye kime gidecek,
Çakılır çakılmaz üstüne kapak?

NÂZIM HİKMET

(1902 – 1963)

CENAZE MERASİMİM

Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
merdivenlerse daracık.

Belki avluda dizboyu güneş ve güvercinler olacak,
belki kar yağacak çocuk çığlıklarıyla dolu,
belki ıslak asfaltıyla yağmur.
Ve avluda çöp bidonları duracak her zamanki gibi.

Kamyona, yerli gelenekle, yüzüm açık yükleneceksem,
bir şey damlayabilir aln›ma bir güvercinden: uğurdur.
Bando gelse de, gelmese de çocuklar gelecek yanıma,
meraklıdır ölülere çocuklar.

Bakacak arkamdan mutfak penceremiz.
Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla.
Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar.
Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize…

VASFİ MAHİR KOCATÜRK

(1907 1961)

ŞAİRİN ÖLÜMÜ

Ne bir damla gözyaşı, ne yerde yaslı bir mum;
Hazin, loş odalarda ölümü sevmiyorum.
Bir çığ sesiyle nasıl inlerse bir uçurum
Benim öyle verecek kalbim son nefesini…

Titreyen dallarını açıp göklere kadar,
Hıçkıracak ney gibi sülün boylu kavaklar,
Talihimin göğsümde hapsettiği canavar
Derin çıtırtılarla kıracak mahpesini…

Ardımda binbir gönül, ıstırabımdan derin,
Matemini tutacak bir mukaddes kederin;
Ölümün gösterecek dünyaya ölümlerin
Hem en şereflisini, hem en mukaddesini…

Gözlerim çektiğimi ifşa etmese bile
Kalbimden ayrılınca ruhum gelecek dile:
Yüzbin yıllık kâinat hummalı bir vecdile
Dinleyecek ilk defa ıstırabın sesini…

Her gün bir parça daha fazla yalçınlaşarak
Bir uçurum olunca bana sevdiğim kucak,
Fırtınalı göklerden ölümüm andıracak,
Yıldırımla vurulmuş kartalın düşmesini.

AHMET MUHİP DIRANAS

(1909 – 1980)

AYAKLAR

Ölmüş o, ayrı düşmüş sürüden,
Ayakları dışarda örtüden.

Ölmüş herkes gibi ölen insan,
Yalnız ayaklar kalmış yaşayan.

Ardından ölüme düşen başın
İki kardeş bakakalmış şaşkın.

Burada ansızın susup kalmış,
Koyunları başıboş bırakmış.

Der ki, bu ayakları görenler,
“Başım değilmiş düflünen meğer,

Ayaklarım, az gide uz gide,
Ayaklarım, ümitler peşinde!

Yolcu ölmüş; işte ayaklar hür!
Yolcu ölmüş; ayaklar düşünür…

ZİYA OSMAN SABA

(1910 – 1957)

RABBİM NİHAYET SANA

Rabbim, nihayet sana itaat edeceğiz…
Artık ne kin, ne haset, ne de yaşamak hırsı,
Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı,
Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz…
Ben artık korkmuyorum, her şeyde bir hikmet var.
Gecenin sonu seher, kışın sonunda bahar.
Belki de bir bahçeyi müjdeliyor şu duvar,
Birer ağaç altında sevgilimiz, annemiz.
Gece değmemiş sema, dalga bilmeyen deniz,
En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz
Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz…

CAHİT SITKI TARANCI

(1910 – 1956)

ÖLÜMDEN SONRA

Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.

Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok;
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akarsuda aksimizden eser yok.

ORHAN VELİ

(1914 – 1950)

ÖLÜME YAKIN

Akşamüstüne doğru, kış vakti;
Bir hasta odasının penceresinde;
Yalnız bende değil yalnızlık hâli;
Deniz de karanlık, gökyüzü de;
Bir acayip, kuşların hâli.

Bakma fakirmişim, kimsesizmişim;
– Akşamüstüne doğru, kış vakti –
Benim de sevdalar geçti başımdan.
Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış;
Zamanla anlıyor insan dünyayı.

Ölürüz diye mi üzülüyoruz?
Ne ettik, ne gördük şu fâni dünyada
Kötülükten gayri?

Ölünce kirlerimizden temizlenir,
Ölünce biz de iyi adam oluruz;
Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,
Hepsini unuturuz.

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

(1914 – 2008)

GECEYE KARŞI MÜDAFAA

12
Bu adam ölmüştür ama,
Düşmedi toprağa henüz vakit.
Hayatını devrettik ağaçlara
Kalbi kimlere ait.

Bu adam ölmüştür ama,
Başucundan ayrılamadık.
Sonsuz kederinde gecelerimizin
Nedendir hâlâ bu beyazlık.

Bu adam ölmüştür ama
Henüz durmadı nehir.
Ve nasibi muhteşem kuşlar gibi
Onu götürebilir.

OKTAY RİFAT

(1914 – 1988)

KARACAAHMET

Akşamları parka çıkmaktı
En büyük eğlencesi
Şair Orhan Veli’yi
Melih Cevdet’i severdi hayatında
Ağaçlardan kavağı severdi
Yıldızları da severdi
Ve en rahat
Anasının serdiği döşekte uyurdu
Şimdi burada yatıyor

MELİH CEVDET ANDAY

(1915 – 2000)

ÖLÜMSÜZ

“Babamı gördüm düşümde” diye anlattı,
“Öylesine ağladım, yalvardım da,
Anlamadı,
belki de hiç tanımadı.”

“Elbet oğlum,” dedi öğretmen Krişna,
“Ruh ölümsüzse eğer,
Ölümlü duyguları anlar mı?”

ÖLÜM

Maviyi anlarsın.
Denizi anlarsın,
Mavi denizi
Zor anlarsın…

BAKİ SÜHA EDİBOĞLU

(1915 – 1972)

MEZARLIK

Dün akşam gün batmadan
Yaşlı ölülerin arasına
Bir küçük misafir geldi.
Çocuk bahçesinde kovası kalmış
Kumların üstünde küçük küreği.
Besbelli çok yorgun hemen uyudu.
Doğruldu yerinden yaşlı bir ölü
Örttü üstünü:
Madem ki annesi burada yok,
Bu küçük kız bize emanet,
İlerde yatan bir başka ölü
Yavaşça seslendi:
Başındaki kurdelayı çözüp katlayın
Ütüsü bozulmasın.

BEHÇET NECATİGİL

(1916 – 1979)

BAŞ SAĞLIĞI

Ben uzaklarda olmalıyım, çok uzaklarda
Acılar unutulduktan sonra
Dönmeliyim.

Ölümlerin karşısında şaşırıyorum
Ne desem ki
Düşünüyorum.

Kalanları ağlıyor gidenin
Benim gözlerim kuru
Herkes bana bakıyor, biliyorum
İçlerinden geçenleri.

Bafl sağlığı dilemek
Garibime gidiyor
Ölen öldü, sen yaşa
Küçültmeye benziyor.

Beni böyle kitaplar mı yaptı ne
Kâğıtlarda gidenlere içlenip ağlayan ben
Hayattaki ölümlerde put gibi duruyorum.

Ben canavar ruhlu muyum
Bir ölü evinde tek söz söylemeden
Put gibi duruyorum.

Kimseler anlamaz derdimi
Ben uzaklarda olmalıyım, çok uzaklarda
Bir yakınım öldümü.

İLHAN BERK

(1918 – 2008)

ÖLÜ BİR OZANIN SEVGİLİ KARISINI GÖRMEYE GİTMEK

‘Kağıtlar, kitaplar, dedi, nereye elimi atsam.
Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş bir şiir
Kiminde. Hem her şey şiirlerde değil miydi?
Bir gök şiirde ağar, bir sokak şiirlerde
Gider gelirdi.
Böyle yaşayıp gidiyorduk !
Sesi,
sanki çok ötelerden gelirmiş gibi
Ezik, suskun odaları dolaştı durdu.
Masada açık duran bir kitabı gösterdi sonra.
Hepsi bu !
Böyle dedi, yüzüne kapayıp ellerini
Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.

CAHİT KÜLEBİ

(1917 – 1977)

FARENİN ÖLÜMÜ

Umutsuzdu, yalnızdı, hali yoktu,
Canı çok yanıyordu günlerden beri.
Ne alnında dolaşan bir dost eli
Ne imdat isteyecek kimsesi vardı
Ne Tanrısı, ne de peygamberi.

Günlerdir karanlık deliklerde
Yanıp sönüyordu gözleri.
Sevinç değil ki paylaşılsın
Kendi kendinindi kaderi.

Sürüm sürüne dışarı çıktı.
Kıvrıldı ateşte pençeleri.
Kurtuldu rahat etti farecik,
Rahat etti dişleri.

Kibardı, incecikti kuyruğu,
Vücudu, küçücük pençeleri.
Bir makara gibi çözüldü,
Unuttu kedileri.

Farecik! Nazlıcık! Garipçik!
Canı çok yanıyordu günlerden beri.
Kibardı, incecikti kuyruğu;
Boş koydu delikleri.

Bir varken bir yok oldu
İşte dünyamızın işleri.

ÖZDEMİR ASAF

(1923 – 1981)

ÖLÜM

Ölüm; ben onu çiçeklerle giderken gördüm.
Ölüm; ben onu yaşamları bilerken gördüm.
Obur doymazlıkların obur açlıklarında,
Ölüm; ben onu, varlıkları silerken gördüm.

Ama bir de yokluğun ve yüreğin önünde;
Ölüm; ben seni utanç ile titrerken gördüm.

AHMET NECDET

(1933)

ÖLÜM VE ABLAM

Ölüm ölümdür benim canım ablam.
Bilirsin: Soğuktur yüzü.
Döşümüze düşen kara bir güneş
Geceye çevirir gündüzümüzü.

Ölüm ölümdür benim güzel ablam,
Görürsün: Çürür her ağaç,
Dalından kopan bir yaprak gibi
Toprağa karışır bir tutam saç.

Ölüm ölümdür benim tatlı ablam,
Duyarsın: Tükenir sözün gözü,
Yine de söyler dilsiz bir ağız
Sakladığı o gizi.

Ölüm ölümdür benim şirin ablam,
Koklarsın: Gölgesiz bir çiçek,
Çırpındıkça aynasında zamanın
Kanar o gül, kanar dikensiz yürek!

Ölüm ölümdür benim gülüm ablam,
Girersin: Evin kapılı,
Birinden çıkıp da ikincisine
Taşıyarak öncül’ü ve ardıl’ı.

Ölüm ölümdür benim eşsiz ablam,
Varırsın: Neye mi, nereye mi?
Hiçkimsenin gülü, de bana artık:
Yoksa hiçbirşey’e mi?

HİLMİ YAVUZ

(1936)

DOĞUNUN ÖLÜMLERİ

ölüm bir aşirettir doğuda

ayışığı gülden hoyrat
gölleri güzelden talandır
ve asi, durak bilmez ağıtlarıyla
uçsuzbucaksız turnalarını
kat kat gurbete dürmüş evvelbaharla
sevdası göçer olandır

ve bu nasıl bir serencâmdır
satılır umudu beye
hasreti bir meta gibi
ve alınandır
ve tuzdan, bozkırdan ninnilerini
bir çığlık gibi mengeneden mengeneye
sokup çürüten rüzgârdır

türküsü ki eşkiyaya geniş
ve bir kekliğe dardır
ovayı çelen bakışlı
ve bir fişekliğe dizilmiş
gibi omzu kuş nakışlı ağaçlarıyla
acıya pusu kurandır

ölüm bir aşirettir doğuda

ÖZDEMİR İNCE

(1936)

BİR AĞAÇ ÖLÜSÜ

Kaç akılsız taşkının, kaç bulanık selin dölüyüm,
bir boşluk gibi kaldım işte bir yol kıyısında,
yanımda birkaç kedi ölüsü, gözleri açılmamış yavrular.

Bir yaşlı kadın bulsa beni, güneşte kurutsa
ve ocağa atsa en sağır soğuğunda önümüzdeki kışın,
konuşsa benimle, ellerini görsem, kemiğe yapışmış derisini.

Mutluyum bu yazgımdan, ne mutlu, ne mutlu bana,
bir darağacı olmadım gözyaşı ve kan kokan siyaset meydanında,
karyolasına çakılmak isterdim misk kokulu gelinin,

tabut da olabilirdim genç bir ölüye, olmadım ama.

Böyle düşünüyor dünkü sellerin sürüklediği yaşlı ağaç
ve dilini şaklatıyor turunç reçeli yemiş gibi.

ÜLKÜ TAMER

(1937)

ÖLÜMDÜ ADI

Ölümdü adı onu ilk gördüğümde,
Sonraları da hiç değişmedi;
Kalesinden gösterdiler bir şehrin onu,
Onu gördüm ve ormanı gördüm uzakta,
Ne yapsam değişmeyecekti adı.

Bir kılıç verdiler bazı savaşlar için,
Arkasından bir ev kurdular bana;
Bir kazma verdiler bazı savaşlar için,
Arkasından bir ev kurdum onlara;
Akşamları çiçeklerle uğraştım biraz,
Yaşlanır, çiçek olurdu bazı komşularım,
Akşamları yemek yerdim bazılarıyla;
Biz toplandıkça büyürdü ölüm, adı ölümdü,
Şehir büyüdükçe azar, çıkardı çarşılara.

Adı ölümdü çünkü onu yarattığımız zaman,
Her akşam kanardı dudaklarındaki kuş
Ölümdü adı ona her gece taşındığımda
Alışkın olduğum bir darağacından,
Gülerken boğazının karanlık boşluğuna
Ölümdü, sokaklarında dolaşırdı şehrin,
Saat kulesini getirmişti uykularıma.

O kadar ölümdü ki, o kadar da çalışkan,
Kimseler kurtaramazdı beni ölümden başka.


MEVLÂNÂ ile ŞEMS / Hilmi Yavuz

03/12/2009

MEVLÂNÂ İLE ŞEMS

aşklardır benim bildiğim

ben oluş’um, sen değişim
hangi kitaptan geldiğin
bilinmez; ama sen yine gel,
yine gel de
bir gülü sağalt o rose thou art sick
ve anlaşılmak
her zaman gizlidir hep ayrı nedende

ah, aşktır o, bazen bir tende ölür
bazen de bedende,
görüş’üm bir yaprak, biliş’im bir dal
ve bir gonca gül olur kimliğim
göğüyse benim belleğim
belledin… uçan güneşler orda
ve orda, şems-i perende

birliğim, dokunulmaz dirliğim
neyse o, hem gidende var biraz
ve hem de dönende!..
Aşkla biz, ikimiz, varla yok gibiyiz
ah, giderek ne kadar az kendimiziniz
çünkü sende bir yaz olarak devam ederiz
sense bir yaz olarak bende…

söylen’din, söylenmesen de…

Hilmi YAVUZ

(Unutulmayan AŞK Şiirleri Ant., S’imge, 2002)