ÖZGÜRLÜK, ÖZERKLİK, ÖZGELİK / Ahmet İnam

01/04/2010

ÖZGÜRLÜK, ÖZERKLİK, ÖZGELİK


Özgürlüğün özgelikten geldiğini bilir miydiniz? Özgelik nedir? Türk Dil Kurumu Derleme Sözlüğü 1993 Baskısı IX. Cildinde özgürlüğün anlamını özgelikten geçerek anlamamıza yardımcı olacak beş anlamı veriliyor. Bu beş anlamının dışında bilinen diğer bir anlamını da kattığımızda, şu özellikleriyle çıkıyor karşımıza:

1. Şakacı.
2. Cana yakın, sıcak kanlı.
3. Yürekli, gözüpek.
4. İyi, güzel.
5. İki dağ arasındaki dereciklerin birleştiği yer, derenin başlangıcı.
6. Başka, gayri, diğer, yabancı, el, ağyar.

Bütün bu anlamlar özgenin anlam evinin yüzleridir. Her kavramın bir ya da daha çok anlam evi olabilir. Anlam evinin yüzleri farklı görünüşleriyle evi oluştururlar. Bir kavram, anlam evinde ya da evlerinde bulunan yüzleriyle kendini belli eder. Bu yüzleriyle ev, evler, zaman içinde değişikliğe uğrayabilir.

Özgenin anlam evinin altı yüzünü inceleyince, bu yüzlerin önümüze farklı anlam evleri çıkardığını görüyoruz. Bu durumda, Türkçe konuşan insanların aynı sözcüğe farklı anlam vererek yarattıkları büyük zenginliği, onların yaşama dünyasından felsefe adına devşirme olanağımız var!

Özgenin bu büyük zenginliğini irdelemeyi erteleyerek, özgürlüğün ortaya çıkışı üstünde biraz duralım.
Özgürlük bir anlamıyla, bir gücün gerçekleşmesidir. Yapabilme başarısıdır. Bir sonuçtur özgürlük. Türkçedeki “Ben kendimi özgür hissediyorum” sözü, salt bir his, bir duyuşsa, bir özgürlük yaşantısı değildir. Özgürlük bir eylemle, bir yerine getirme ile, bir gerçekleştirme ile, bir ifade ile yaşanır. Bir “icra”dır, bir “performans”tır.
Örneğin, düşünce özgürlüğü, düşünebilme gücü ile gerçekleştirilen düşünme sürecinin yaşantılanmasıyla belirgin olur. Düşünme süreci öncesi değildir özgürlük. Sonrası da. “Ben özgür düşünebilirim”; diyorsanız, özgür düşünmeniz, bunu dil ile, söz ile, yazı ile ortaya koymanız gerekir. Özgür yaşama, özgürce gerçekleştirilen eylemlerle, edimlerle, davranışlarla, üretimlerle ifadesini bulduğunda özgür yaşama olur. Özgür sandığınızı düşünüyor ama dile getiremiyorsanız, tartışmalı noktaları olmakla birlikte özgür düşünemediğinizi söyleyebiliriz.

Özgürlük, özerklik pınarından beslenir. Özerk olunmadan özgür olunamaz. Özerklik bir düşünme, bir karar alma bağımsızlığıdır. İç dünyamızdaki işleyişin olanaklar elverdiğince bilinçliliği ile gelişir. Farkedebildiğimiz baskılardan arınmaya çabalayarak iç dünyamızı yönlendirebilme, yönetebilme gücüdür. Seçebilme, karar verebilme, kararda direnebilme, gereğinde kararları yeni bilgilerle değiştirebilme, düzeltebilme başarısıdır. Arama, araştırma, deneme, atılım cesareti. Bilgi, sezgi, anlama, kavrama, yorumlama gerektiren seçenekleri görebilme, irade gerektiren eyleme yönelme, özerklik içindedir. Özerklikten özgürlüğe geçiş, irade gücümüzle birleşen doğal, ruhsal, kültürel, düşünsel donanımızla sağlanır. Bu anlamda irade, iki önemli noktada kendini gösterir. Karar almada ve kararı eyleme yönlendirebilmede.

Özerklik bir eylem öncesi, özgürlük öncesi bir iç dünya bağımsızlığı, bir ruh istiklâlidir. Kazanılan bir özelliktir. Belli bir çaba, bilgi, deneyim, görgü ile ulaşılabilir.

Özerklik daha önce sözünü ettiğimiz özgelikten kaynağını alır. Nasıl oluyor da bir iç dünya, bir zihin, bir ruh bağımsızlığı olan özerklik, özgelikle ortaya çıkıyor? Bu sorunun bu yazı bağlamında yanıtlanmasına özge anlam evinin yüzlerini gözden geçirmekle başlayalım. Yazının başında verdiğimiz sıralamanın tersinden, altıncı özellikten yola çıkalım:

Bağımsızlık, benden ayrı, farklı, bana benzemeyen, benim dışımda olanla ilişkimle, etkileşimimle ortaya çıkar. Nasıl bağımsız, nasıl özerk olabilir insan? Dışta bıraktığı, düşman gördüğü, korktuğu, ilk bakışta anlayamadığıyla etkileşip, ondan öğrenerek.

Başka olanla kendini keşfeder insan, kendine özgü olanı yakalayabilir. Özge olanı yaşantılamaktan doğar özgülük. Özerkliğe yolculuğumuz, bize yabancı, uzak olandan geçerek başlar.

Başlayabilme gücü, ötekine, farklı olana çıkılan yolculukta, bizde bir ağırlık bir yük olanı atmak, eskimiş, yıpranmış, aşınmış, eprimiş düşüncelerden, yaşam biçiminden uzaklaşmak demektir. Başta olana, sürekli olarak kaynağa, başa dönme, baştan başlayabilme, Heideggerin Anfängliches Denken dediği, başlayıcı düşünme; düşünme üzerindeki baskılardan, sıkışmış, sığlaşmış, daralmış işleyişten kurtulmak için gereklidir. Özerkliğe buradan gelinir: Yeniden başlayabilme gücü ile.

Özgeliğin iyi, güzel yüzü, özerkliğe bir hakikat arayışı boyutu katar. Bu arayış, iyi ile ahlakı, güzel ile estetiği işaret eder. Özerklik, özgürlüğe destek olan özerklik, hakikati arayan, etik ve estetik kaygıları olan bir ruh özelliğidir. Bu özelliğini özgelikten alır.

Ötekini kabule, anlamaya yönelik, başlayabilen düşünceye sahip, iyi ve güzelin ardına düşmüş özgelik, bu çabasını gözüpek, korkusuz, yılmaz atılımlarla gerçekleştirir. Bu özgeliğin dördüncü temel özelliğidir. Bu gözüpeklik, atılım ve göze alma gücü, Heidegger de Wagnis ve Versuch kavramlarıyla dile getirilene yakındır.

Özgelik, içtenlikle yaşanır. Özge insan, hesaplayan, art niyetli, karşısındakini sömürmeye çalışan biri değildir. Açıklık, şeffaflık, olduğu gibi görünme özelliğiyle, özgelik, özgürlüğün pınarı özerkliği donatır.

Özgelik hakikat ardındadır. Onu özgelikle arama yollarından biri de ironidir, şakadır. ‹roni Sokrates’ten bu yana, basmakalıp düşünce cenderesinden çıkmada bir olanak olmuştur. ‹roni, alışkanlığın kokuşturduğu düşünce sığlığı ve darlığından kurtulma çabalarından biridir.

Özgürlüğü anlamak için özerklik, özerkliği anlamak içinse özgelik üzerinde yoğunlaşmak gerekiyor. Türkçemle bu ülkede yaşayışım bana bunu söylüyor.

Ağustos 2008, Ankara

Ahmet İnam


S’İMGE : RENKLER

10/03/2010

“Körler’ için can sıkıcı bir yerdir, resim galerisi…”
Körler çarşısında ayna satmaksa yaşamın cilvesi.
Dünya kan kırmızı, saman sarısı, ölü yeşil, dünya gök mavisi,
menekşe moru, yaşayan yeşil…
Renkleri yaşamak, dünyanın ve insanın binbir halini yaşamak…
Her önüne çıkanı değil, seçerek yaşamak…

S’İMGE


ÇİÇEK DÜRBÜNÜYÜM GÖR BENİ

Çekmecenin anahtarı çekmecede kalmış, çekmece kilitli.
Çekmeceyi çekmecedir dilimizdeki şiir. *
Rengimiz derinliğimizden gelir.
*
Rengimiz bakar mısın bulutta mı? Nerede aramalı? Uçup gitmişse ten? Umutta mı? Tenimizi kuşanamıyoruz. Bu ağır. Bu zor. Ten mahzun. Tin perîşân.
Kendimizi kuşanamıyoruz. Ağır bulutları hayatın.
Rengimiz: İnsanlarla cengimiz.
*
Rengimiz: Bakar mısın, yüzünde, aynada mı?
Bana renginle mi bakıyorsun, sevgili? Rengimle mi?
*
Boyama beni. Rengim var benim. Kendime benzer dengim var benim.
Bakışının fırçasıyla. Beyninin boyasıyla. Boyama beni.
Bırak rengimi açayım. Rengime var benim.
*
Boyama! Evren tek renk değil!
Boyama! Sen de tek renk değilsin!
*
Rengarenkliğimi devşir. Çiçek dürbünüyüm. Gör beni.
Morum örneğin. Morumu görür müsün? Yeşilimi? Sarım dokunur mu sana?
Mavimi eğer misin? Beyazım görünsün.
*
Gökkuşağının doğurduğuyum. Duyarım renklerin hışırtısını tenimde.
*
Şu ruhun üzerinde nice fırça darbesi, şu ruhun üzerinde nice renk izi,
ona kendini unutturamadı. Ruhların bağımsızlığından geliyor renkleri.
*
Rengim: Sevgilim koklar mısın?
*
Sen türkü söylediğin zaman açan çiçeğin rengi var sözlerimde.
*
Sevişmek: Sen beni boyarken ben de seni boyuyorum
ama herbirimizin üzerindeki renk boyadıklarımızdan farklı.
*
Tinim beni boyayan fırçaları boyar.
Sözcüklerle oynadıklarını sananlar taşıdıkları renkleri göremeyenlerdir.
*
Açılan renklerde görünür kapanan renklerin gizi
*
Solgun ve yorulmuş: Yeni renklere gebe demek ki.
*
Hayatın bir rengi olmalı. Deniz mavisi. Deniz mavi midir?
Hayatın bir rengi olmalı. Ölüm rengi. Ölüm renktir.
*
Sen renkleri işitip sesleri gören sözüm ne renktir?
*
Her insanın bir rengi mi var? Bulsun öyleyse yakışanını.
Hayatın bunca rengi var da hiçbiri kimseye yakışmıyor.
*
Renkler karışırsa sözler kırışır.

Sevda kokar mesela bizim Sandıklı’da bembeyaz çiçekleri münevver ağacının.
Sevgiden, sevgiliden renkler devşiren bu ten, vurmuş gidiyor erken,
dünyanın en eskimiş bukalemunu olan yürek burkucu aşkı.
Bu ten: Renk pınarı. Bu ten: Sevgilinin yâri.
Bu ten, renk kumkuması. Renk atan. Renk savan. Renk çizen, renk çözen.
Bu ten, dünyanın en sevgili bulucu teni. Renk kışkırtan.
Rengi olanla didişendir yaşam.
Bu ten: Renk doğuran. Renk doğurtan. Bu ten ruhun çiçek dürbünü.
Bu ten nice ruhların anası. Renkana bu ten. Bu ten, öylesine bırakılmış yaşarken,
apansız bitiveren, en olmadık damarlarında hayatın. Neden?
Çünkü sevgiliden. Bu ten, gözümüzün önündeki gizemden.
Bu ten, ruh ile malûl, söz ile incinmiş, aşk ile mahrûm.
Bu ten, durmadan sonsuza giden. Aşkı vurup, sevgiliyi vurup, ölümü vurup,
yokluğu vurup, cisimsiz renklerin âlemine giden.
Tenim gidicisin ya, ruhum kadar büyüksün, üstelik ondan daha da akıllısın!
Tenim: Ruhuma hoş geldin. Ruhum: Tenime hoş geldin.
Şimdi bir gökkuşağıdır muhabbet.
Rengini bulmuş bir hûlyâda tenimle ruhum bitimsiz sevişiyor.
Rengimizi duyar duymaz renk verir yaşam. Rengimizle didişir.

* “Gözünde çekmecenin anahtarı kalan kilitli değil ki”
Tolga Suyolcuoğlu, Elem Dağında İbadet

Haziran 2008, Moda

Ahmet İNAM


SÖYLEŞİ : GENÇLİK / Ahmet İnam – Cengiz Güleç

01/03/2010

SÖYLEŞİ : GENÇLİK

“SEN JENERATÖRSEN, BEN DİNAMOYUM!”


Ahmet: Genç kalmak nutuk atmamakla mümkün.
Cengiz: Güzel özetledin. Bu konuyu burada bitirelim.
Ahmet: Haklısın. Ne güzel kahvaltı ediyoruz. Kapatın kardeşim şu kayıt cihazını.
Cengiz: Hocam sen Tempo’da yazmaya başladığından beri iyice nazlı oldun.
Ahmet: Ben tempolu koşamadığımdan Tempo’da yazayım bari dedim. Orada entelektüel açığı varmış, ben kapatıyorum.
Cengiz: İyi para alıyorsundur.
Ahmet: Konu neydi?
Cengiz: Konumuz, gençlik başımda duman.
Ahmet: Bu ayın şarkısı o mu? Öncelikle şunu söyleyeyim, gençlik üstüne konuşma bir yaşlılık belirtisidir. Demek ki bizim yaş kemale erdi. Genç, Eski Yunanca’da yeni demek. Yeni olmakla tazelenmek arasında ciddi bir ilişki var. Yeni olmanın karşıtı olan sav, güneşin altında yeni hiçbir şey yoktur savı.
Cengiz: Yaşananlar birbirini tekrar eder hikâyesi yani.
Ahmet: Evet. Yeni olmaktan insanlar neden korkuyor, çünkü yeni olma aşinalıktan gelmediği için, risk taşıyor. Yani yeni olmak bir tür tehlikeyi içerdiği için, insanlar güvende olayım da eski olayım diyorlar. Garantili olsun.
Cengiz: Memur zihniyeti yani.
Ahmet: Şimdi memur derken neyi kastettiğine bağlı. Beni kastetmiyorsun umarım.
Cengiz: Sen az önce demedin mi ben memurum diye.
Ahmet: O ayrı. Ben memurluğun zihniyetine karşıyım.
Cengiz: Zihniyetine karşısın, ama maaşlardan memnunsun.
Ahmet: Yok, maaşlardan da pek memnun değilim, biraz zam olması lazım.
Cengiz: Hocam yani sen de, ne zihniyetten memnunsun ne maaştan. En iyisi emekli ol.
Ahmet: Yok, ben seviyorum öğrencilerimi. Çalışmayana takıyorum, düşük not veriyorum. Emekli olsam kiminle uğraşacağım. Konuyu dağıtmayalım.
Cengiz: İlginç, ilk defa böyle bir cümle sarf ettin. Devam et o zaman.
Ahmet: Ne diyordum, Ahmet Hoca’nın gençliğe hitabesinde kalmıştık. Ne biyolojik olarak ne de psikolojik olarak sürekli yeni olabilirsin. Benim yenilikten anladığım bir mânâ yeniliği. Her sabah uyandığın zaman, hayatın anlamını yeniden devşirmek, yeniden canlandırmak, işte bütün mesele bu.
Cengiz: Hamlet konuştu.
Ahmet: Hamlet değil abi, Ahmet! Hani eskiden mahallelerde yorgancılar olurdu. Hallaçla pamuğu atarlardı. Her sabah, yaşamı hallaç pamuğu gibi atmak lazım. Havalandırıp, kabartacaksın. Her sabah aynanın karşısına geçip biraz kabaracaksın. Kendini tazelemek, yeniden gözden geçirmek, aynı zamanda bir sağlık belirtisidir.
Cengiz: Genç olma, genç kalma; günümüzde çok öznel ve ideolojik bir söylem haline geldi.
Ahmet: Bravo. İşte gençlik dangalakları bunlar. Saç taramakla, bıyık kesmekle olacak zannediyor. Şişman, benim gibi herifleri sabahın köründe görüyorsun, koşuyorlar. Saunaya giriyor, Viagra alıyor, sonra o yolda ölüyor.
Cengiz: Kadim kültürlerde, örneğin Sibirya’daki bir şaman topluğunda ya da Afrika’daki bir kabilede, yani pre-modern diyeceğimiz topluluklarda değerli olan yaşlılıktır, olgunluktur. Yaşlılık bilgeliği temsil eder. Çağımız oluşturulmuş bir gençlik ideolojisi çağı. Ortalıkta bir genç kalma tutkusu var ve bu giderek saplantıya dönüştürülüyor. Genç kaim derken bunun altında yaşamı sorgulama gücü kastediliyorsa bir itirazım yok. Ama pek öyle olduğunu zannetmiyorum.
Ahmet: Ben de aynı kanaatteyim. Sorulması gereken şu: Kokuşmakta mıyım? Eskimekte miyim? Hayata bakış tarzım acaba bir alışkanlık haline mi geldi? Yoksa ben bu bakış tarzımla çözemediğim problemler karşısında numara mı çekiyorum? Yenilenmek ve genç kalmak, birlikte yapılacak bir iş. İnsan tek başına bir odaya oturup genç kalamaz. Hep beraber genç kalınır. Yani ben, Cengiz abimle beraber genç kalabilirim. Ama o benden ayrı güzellik salonlarına gidiyor. Ben bir konsültasyona kadar gideyim diyor, biz konsültasyonun ne olduğunu anlamaya çalışırken o çoktan güzellik salonunda alıyor soluğu.
Cengiz: Konuş Ahmetçiğim, yalandan kim ölmüş! Gençlik sorgulamakla kalmayıp değiştirme güdüsünün yüksek olduğu bir yaşam dönemi. Bu yaşam döneminin dinamizmi büyük ölçüde devrimcidir. Bu anlamda statükoya teslim olmayan gençlik ruhundan bahsedildiğinde bir itirazım yok. Ama günümüzdeki gençlik söylemi böyle değil. Burada daha çok fizikselliğe vurgu var. Dolayısıyla dirilik, çekicilik ve cazibe ön planda, bu çok kadük bir duruma tekabül ediyor. Bu anlayış sayesinde bir gençlik sektörü yaratıldı. Her şeyin olduğu gibi gençliğin de piyasası yaratıldı. Medikal sektör, plastik cerrahi ve benzerleri ciddi bir rant sağlıyor bu işten. Öyle bir talep yaratıldı ki, hemen herkes gençlik pazarında bir müşteri haline geldi.
Ahmet: Bu işlerden en çok ihtiyarlar para kazanıyor.
Cengiz: Evet. Ama manevi anlamda, yani her türlü statükoya meydan okuyabilen gençlik pazarlanabilir değil. Bu anlamdaki gençlik vurgusunun hem fazla bir getirisi yok, hem de böyle vurgu sistemin köküne dinamit koymak demek. Liberal ekonomi için gençlik fiziksel açıdan pazara sunulabilecek bir meta. Bu budalalığa da yaygın bir şekilde düşüyoruz. Saçımızı boyuyoruz…
Ahmet: Saç ektirme de var. Bana hocam size ekelim taksitle, kabul etmedim. Ben kelimden memnunum.
Cengiz: Çekici kalma pahasına ölümcül olan müdahaleler kabul ediliyor. Botox en hafifi. Çılgınca kullanılan vitaminler, yükselişe geçen sebzeler var. Mesela brokoli. Bir takım yapay ya da doğal maddelerin pazarlanmasında kullanılan en önemli propaganda aracı, genç kalmak. Genç kalmak arzusu, yaratılmış bir şey, çağa ait.
Ahmet: Oysa kendini tazelemek çok farklı bir olgu.Yenilenme aşkına tutulmuş topluluklarla olur bu iş. Belki muhabbet toplulukları diyebiliriz bunlara. Tıpkı Antik Yunan’da olduğu gibi. Bizim sufî gelenekte de var bu. Önce bedenine dikkat edersin, onun enerjisiyle de manevi alanlarda tazelenirsin, genç kalmak, öncelikli olarak bunun mânâsına önem verilmesi gereken bir şeyken, bir ölçüde de biyolojiktir. Yani bir sürü hastalığın varsa ben hâlâ gencim diye dolaşmazsın. Bedenin izin vermesi lazım. Ama onu anlam enerjisiyle desteklersen o anlamda gençliğin ardında olmanın yolunu tutabilirsin. Attila İlhan, ölmeden önceki imza gününde 14-15 yaşındaki çocukların imza kuyruğuna girdiğini görünce, belki de son mutluluğu oldu o görüntü.
Cengiz: Ben orta yaş dönemini yavaş yavaş bitiren bir insan olarak, hayatımın belki de en kendimle barışık dönemi 40’tan sonrasıydı diyebilirim. Yeniden o gençlik çağıma dönmek istemem, çünkü gençlik dönemim ıstırapla doluydu. Kafan karışık, duyguların karışık, ne olacağın belirsiz, sürekli yakınlaşma ihtiyacı içindesin, reddedilmeye karşı aşırı duyarlısın. Her attığın adımda yetersizliğin, beceriksizliğin, mahcupluğun var. Hiçbir doğallığı, insani sıcaklığı, varlıklar âlemini hissedemeden, böyle kaygılarla geçen en az on beş sene.
Ahmet: Goethe’nin bu konuda yazdığı bir roman var. Genç Cengiz’in Anıları diye.
Cengiz: Kötü espri! Bir taraftan da ana baba olma, toplumda bir yer edinme gayreti, bunun neresi güzel, neresi keyifli. Palavra. Orta yaşlarda o güne kadar önüne koyduğu bir takım hedefleri gerçekleştirmiş hiçbir insanın dönüp de “Ah benim gençliğim!” diye hayıflanacağım zannetmiyorum.
Ahmet: Ben hayıflanırım.
Cengiz: Sen ayrı bir vakasın, senin üzerinden yapılacak hiçbir genellemenin bilime bir faydası olacağını düşünmüyorum.
Ahmet: Abi şimdi sen övdün mü beni, yoksa sövdün mü?
Cengiz: Yok hocam, ben senden bağımsız olarak durumu tahlil etmeye çalışıyorum. Orta yaşlarda mutsuz, doyumsuz, kendi varlığından hoşnut olmayanların, bir nostalji gibi, gençliğe özlem duydukları görülüyor. Bu zamanla bir saplantıya dönüşebiliyor. Ancak tedavisi mümkündür. Benim işim şahsen bu.
Ahmet: Demek ki gençlik içimizdeki hayatı bulabilmek. Yani içimizde bir jeneratör var. İnsan dediğin aslında, “Homo-je-neratördür” bir bakıma. Jeneratör insan, yaratıcı insan demektir. Genç kalmak sürekli üretimle olanaklı, tabii hep aynı şeyleri üretiyorsan, basmakalıpsan, senden bir şey olmaz. Ben mesela sapına kadar Homo-jeneratörüm.
Cengiz: Sen jeneratörsen ben de dinamoyum.
Ahmet: Sağ ol abi, hiçbir konuda beni yalnız bırakmadın. Yalnız şu da var, kendini tazeleme mücadelesi verirken; kendinden memnuniyetle, memnun olmama arasındaki dengeyi tutturmak lazım. Çok fazla memnun olduğunda bir gaflete düşersin. Ama hiç memnun olmamak da seni berbat hale getirir. Kendinden memnun olmamak, bir bakıma sürekli enerji sağlar. Ama patolojik düzeyde olmamak kaydıyla. Yoksa kendini geliştirmek istediğin yanlar tükenmez. Buna rağmen ben bir hiçim, bitim demeye başlarsan, yok olursun.
Cengiz: Gençliğin bocalama ve arayışları, daha olgun olmanın zorunlu koşulu. Dolayısıyla bu tatsız yanı bilmekle beraber, gençliğin bitmemesi gereken, tüm yaşam boyu sürmesini arzu ettiğimiz yönü, değerler dünyasıyla ilgili. Gençliğin manevi değerlerine bağlılık bir dinamo gibi kendini yenileme şansı verecektir sana. Genç bir insan, hep aynı insanlarla bir arada olduğunu, aynı işleri yaptığını anladığı zaman yani rutinliğinin farkına vardığı zaman dehşete kapılır. Hemen bir farklılık ihtiyacı duyar, bu kendiliğindendir.
Organizma her değişikliğe kolay uyum sağlayamaz. Bu uyum mekanizmaları gençlikte daha esnektir. Manevi ve bedensel anlamdaki sürekliliğe sahip çıkmalı, ama ona teslim olmamalıyız, onunla yetinmemeliyiz. Kendini sev, kendini beğen, kendi duygularının farkına var falan, bunlar hep söyleniyor, palavra laflar. Modern toplumda gençliğe övgü, orta yaşlara gelmiş insanların tükenmişliğinden kaynaklanıyor. Çünkü bu sistem daha orta yaşlara gelmeden insanların posasını çıkarıyor. Bunu ortadan kaldırabilmenin çaresi olarak da hayali bir gençlik figürü ortaya atılıyor. Geriye dönük hayali gençliğe vurgu, bireysel olduğu kadar, ortak geçmişlere de yapılıyor. Örneğin 68 kuşağı olmakla övünmek, ne ile övünüyoruz! Başarılı olduğumuzdan değil. 68, iz bıraksa da başarısız. Romantik bir şekilde dönemimizi yüceltiyoruz. Çünkü bütün dünyaya kafa tutan bir dönem. Biz adil bir dünya yaratacağız fikri, dönüp övünülecek bir şey tabii. Egemen düzen o kadar güçlüydü ki, Don Kişotvari, şövalyece başkaldırıları birden değil, yavaş yavaş ortadan kaldırdı. Burada mühim olan, yenileceğini bile bile kavgaya girme cesaretidir. Yani hesapsız. Yolda olmanın heyecanı, gençlik ruhu ancak böyle tanımlanabilir.
Ahmet: Yani dayak yiyeceğini bildiğin kavgaya giriyorsan, gençsin.
Cengiz: Gençlik işte böyle bir bağlanmadır.
Ahmet: Gençlikle acemi olmak arasında da bir ayrım yapmak lazım. Gençlik belli bir yaş diliminde olmak demek degil.
Cengiz: Konu aslında “gençlik” değil de yaşam tazeliği zaten.
Ahmet: Yalnız ayak kokmuyor, insanın ruhu da kokuyor. Bazı insanların ruhunun çok kötü koktuğunu hissediyorum. Ruh da bir organizmadır. Beslenmezse, yeterince kan gitmezse, kokmaya başlıyor. Yaşlı olup olgun olamamak bu işte. Hep aynı fıkraları, aynı anıları anlatıyor, giderek çirkinleşiyor, katılaşıyor, daha anlayışsız oluyor, dünyayı kavraması daralıyor. Ne kadar çok ihtiyar var abi. Sokağa çıkıp dövelim. Bir tane de ruh için siteteskop olacak, ruhu dinleyip kaç yaşında olduğunu anlayacaksm. Çok umutsuz değilse, ruha kök hücresi sokup yeniden yaratacaksın. Sokmak biraz erotik oldu.
Cengiz: Ruha kök hücresi ekme de o zaman.
Ahmet: Aslında sizin işiniz ruha kök hücresi ekmek, ama habire ilaç yazıp duruyorsunuz. 20 yıl önce “Psikiyatristler Hıyar mıdır?” diye bir yazı yazmıştım. Çoğunun hıyar olduğunu düşünüyordum, sen hariç. Bana prozac verme, uyuşturma beni, canlandır! Kuş gribi diyorlar, ama aslında ruh gribi var. Salya sümük ruhlar, ağır bir şekilde hasta yatıyor.
Cengiz: Güzel, konuyu güncel göndermelerle bağladın.

Ahmet: Bağlamada iyiyimdir bilirsin.
Cengiz: Bilirim, hesabı iste de gidelim.
Ahmet: Dur yahu, daha karpuz yemedik.

(Metaforla Saadet Olmaz, Say Yay.)

Ahmet İnam – Cengiz Güleç


GENCİN KENDİNİ ARAMASINDA FELSEFENİN ROLÜ / Ahmet İnam

27/02/2010

GENCİN KENDİNİ ARAMASINDA
FELSEFENİN ROLÜ


Daha yazımın başlığından dayandığım temel varsayımlar ortaya konabilir:
1. Felsefe, yaşamada bir iş görür, yaşamaya uygulanır.
2. Genç kendini arayan bir insandır.
3. Felsefe, kendini arayan gence yardımcı olur.

Şimdi, görüşlerimi, bu yazımın sınırları içinde açıklayıp, tartışarak savunmaya çalışayım.

Gence katkıda bulunacak felsefe nasıl bir felsefedir? Çok engin bir yürek taşıyorum burada, neredeyse, “hangi felsefe olursa olsun” deyivereceğim. Yalnız, bir yandan da kolay bağışlamaz bir tutum içindeyim: Hangi felsefe olursa olsun, neyin felsefesi, kimin felsefesi olursa olsun; yalnızca ciddi, içten, haddini bilen, eleştiriye, kültürün diğer alanlarına (bilime, sanata, değişik yaşama biçimlerine…) açık, dert edindiği sorunları elden geldiğince kuşatıcı bir biçimde ele alan bir tavrı, bir tutumu taşımalı.

Bana, felsefeyle, dünya görüşü ayırımı yap-madığım suçlaması ileri sürülebilir. Evet, bu ayırımı yapmıyorum. Felsefe, yalnızca, çok sınırlı sayıda uzman kişilerin, bilgiç akademisyenlerin tekelinde değildir. Doğrusu, yazık ki, çoğunlukla öyledir ya; ben olmamalıdır, diyorum. Bunu demek de zorundayım, yoksa yaşama sorunlarının tartışılmasında felsefeci olmayan, felsefenin yüzyıllardır biriktiregeldiği onca hacimli yükünü çekemeyen gençlere yararından söz edemem. Üstelik teknik anlamıyla felsefeyi özümseyebilmek, bir ölçüde çok uzun yıllar gerektirdiği için, hiç değilse biyolojik anlamında, felsefeye gönül vermiş kişilerin orta yaşlılığında, giderek sağlıklı yaşlılığında başarabileceği bir iştir.

Felsefe dile getirilmeye çalışılan düşüncelerle yürütülür. Daha önce bu adla yapılmış çalışmalardan etkilenir. Kültürün diğer alanlarından, örneğin bilimden, sanattan, dinden, teknolojiden izler taşır. Zaman zaman biri ya da bir kaçı egemenlik kurar gibi olsa da, “felsefeler” olarak etkinliğini sürdürür. Dikkat edin, felsefeyi tanımlamaya, değişik felsefi görüşleri, felsefeleri, Felsefe adı alanda toplayabilmemizi neyin sağladığı gibi sorulara girmiyorum. Yazımın konusu açısından, felsefenin geçmişini, görebildiğimce şimdiki durumunu göz önüne alarak, felsefe etkinliğinin bazı özelliklerini vurgulamak istiyorum. Bu özellikler, birer saptama olmanın ötesinde, beklentilerimi de, özlemlerimi de dile getiriyor.

Kimi çağdaş felsefecilerin de söylediği gibi, felsefe kendini konu edinebilen bir uğraştır. “Felsefe nedir?” “Nasıl bir etkinliktir?” “Nasıl olmalıdır?” gibi sorularla uğraşabilir. İç hesaplaşmalarla dolu bir eyleme biçimidir. “Ne yapıyorum?”, “Ne demek istiyorum?”, “Neredeyim?”.. Namuslu felsefecinin böyle sorularla gece uykuları bölünmüş olsa gerekir.

Felsefeci kendi kendisiyle, başka felsefecilerle tartışır. Hesaplaşır. Eleştirir. Eleştirileri eleştirir. Önemli bulduğu eleştirilerden etkilenir.

Dille, kavramlarla yürütür uğraşını. Onlarla, öğrenmeye, anlamaya, açıklamaya uğraşır.

Buraya kadar, felsefenin belirlediğim özellikleri, bilimin de özellikleri olarak sayılabilir. İkisini ne ayırır sorusunu sormayacağım. Büyük bilim adamlarının çoğunun büyük felsefeci olduğu söylenir. Kuşkusuz bu iki alan tarih boyunca iç içe olmuş. Giderek, bilimlerin felsefeden kopup bağımsız çalışma alanları oluşturduğu ileri sürülürse de, felsefenin yine de bu alanların birçok kavramlarında, bu kavramlarla ilgili ortaya çıkan sorunlarında etkisini sürdürdüğünü söyleyeceğim. Daha da ileri gideceğim. Hiçbir yaşama alanı, yaşama biçimi yoktur ki, felsefece sorgulanmasın. İnsan kavramlar olmadan düşünemiyor. Anlayamıyor. Sezgisel, mistik anlama gibi başka türlü anlama biçimleri de olduğu ileri sürülebilirse de, bu anlama biçimleri üstüne de felsefece düşünebiliriz. Bu düşünmemizi, anlamamızı, yorumlamamızı, sorgulamaya başladığımız anda, bilim ve felsefe kaçınılmaz oluyor. Bilim yetmiyor. Sınırları var. Felsefenin de sınırlan var. Felsefe bilimi konu edebiliyor. Yargılayabiliyor. İlginçtir, bilim de felsefeyi ele alabiliyor. Örneğin, felsefe ürünlerinin, felsefe metinlerinin dilbilimsel incelemesi, felsefeciler topluluğunun sosyolojik incelenmesi gibi. Felsefenin alanı yine de bilimin sınırını aşabilir. Olgulara bağlı olmayabilir. Felsefenin bir olanak araştırması olduğu söylenmiştir. Bir ölçüde katılıyorum. Aslında bu yazıda felsefe-bilim ilişkisi üstüne tartışmaya girmek istemiyordum. Eksik söyleyeceğim için yanlış anlaşılacağından korkuyorum. Yanlış anlaşılmak, bu alanlarda çalışanların sık başına gelen bir şeydir. Bu konu üstünde durdum, çünkü gence katkıda bulunacak olan felsefenin taşıdığı bilim etkisi, bilimle olan ilişkisi belirtilmeliydi.

Özetleyeyim, yenileyeyim: Felsefe-yaşama, dil-yaşama, kavram-yaşama, kesin ayırımını yapmıyorum. Bu kavram çiftleri arasındaki ilişkilerin tartışılmasını bu yazımda yapmayacağım. Felsefe kaynağını yaşamada karşılaştığımız sorunlarda buluyor. Bu sorunları anlama, yorumlama, kavramlaştırma, bu kavramlaştırmayı düzenleme, eleştirme çabası. Bu çabayı da inceleme çabası. Öyleyse, yaşamadan gelen felsefe yaşamada uygulanabilir. Tek tek yaşama sorunları, belli felsefe çerçeveleri içinde, kavramsal çalışmalarla ele alınabilir. Genç de, sorunlar yumağı genç de felsefeleşebilir yaşayışını.

Kimdir genç? Öğrenendir. Kendi kültürünü, kültürleri, doğayı, kendini, gövdesini, kendi ruhsal özelliklerini.

Bu öğrenme sürecinde, kendini, toplumdaki yerini, dünyadaki yerini sorgular. (Sorgulamalıdır!) Kimisi çabucak bulur. Kocar. Kimisi arar. Bulan kocamayabilir. Bulduğu inançlarını, kafasında oluşturduğu görüşleri, sürekli sınıyor; yargılıyor, diğer görüşlerle hesaplaşıyorsa, genç kalır. (Biyolojik yaşla, düşünce yaşını ayırabiliriz diyorum. On beş yaşında yaşlılarla, yetmiş yaşında gençler olabilir.) Aramak her zaman sağlıklı olmayabilir. Şaşkınlığa düşmeyi, kararsızlığı, arama saymıyorum. Neyi, nasıl araması gerektiğini hiç değilse geçici görüşler içinde bilmelidir.

Genç umuttur da. Aramasında, buldukları, içinde olduğu kültürün devinmesine, canlanmasına, diğer kültürler içinde etkin olmasına yol açabilir. Kendini arayan genç, kültürünü de arıyordur. Tarihini, inançlarını, geleceğini arıyordur. Toplumunu arıyordur. Elbet belâsını değil, mevlâsını, inançlarını, bir ölçüde tartışmaya açık inançlarını bulacaktır. Doğrusu, felsefenin işlevi bu olmalıdır.

Felsefe, bir hesaplaşma, açıklama, tartışma, anlama çabasıdır, dedik. Arayan genç, bilimin verileriyle kendini rahatsız eden sorunlara yaklaşacaktır. Karşı karşıya kaldığı durumların olgusal incelenmesini bilimle yaptıktan sonra, kültürün diğer etkenlerini de, geleneklerini, tarihini, sanatını, dinini, siyasal tartışmalarını, felsefeyle araştıracaktır. Felsefe seçenekleri araştırma olanağını verecektir ona. Ne gibi yollar önümde? Kararımı nasıl vermeliyim? Yollar, değişik seçenekler bilimle tüketilemez. Kültürün değişik alanlarında, yaşama biçimlerinden gelen seçenekler de vardır. Bunları aşan olanaklar da vardır. Genç bu olanakları düşüncesinde tasarlayabilecektir. Felsefe, anlatmaya çalıştığım anlamda, ona bu engin olanaklar evrenini açacaktır.

Nasıl başaracaktır felsefe bu işi? Bütün bilimlere, kültürün diğer alanlarına genişlemesine ilişkileriyle bakabildiği için, kavram çözümlemelerini, anlam araştırmalarını bilimler arası ortamda, bilim-kültür, kültür-yaşama ilişkilerini felsefe tarihinden gelen birikimiyle yapmaya çalışarak başaracaktır. Felsefenin insanın tarihinde önemli bir yaşama birikimi oluşturduğunu unutmayalım.

Peki, genç bu birikimi nasıl kavrayacaktır? Felsefeyi anlamaya çalışmak, sorunlarla dolu gencin sorunlarını daha da arttırmayacak mıdır? Bir kez, genç, felsefeyle sorunlarını çözmeyi isteyecektir. Felsefeden beklentileri olacaktır. Felsefeyi anlayabilen bir kafa yapısı taşıyacaktır. Bu nitelikleri yoksa, felsefe ona, beklediği anlamda yardımcı olamaz. Yine de bu gencin felsefe öğrencisi olması gerekmez. Binlerce yıllık felsefe tartışmalarını meslekten biri gibi kavramış olması gerekmez. Felsefece düşünme tavrını sınırlı bilgisiyle de edinebilir. Felsefeyi duyabilir. Sezebilir. Genç kalarak yaşı ilerledikçe, genç bu duyduğunu, felsefeye yakışır biçimde yargılayabilir, temellendirebilir.

Genç seçecektir. Seçtiğini yargılamada, kavramsal temellendirmelerini atmada, kendi kendisiyle hesaplaşmada, yine felsefe, olgusal bilgiyi bilimden (örneğin, karar verme kuramlarından) almak üzere yardımcı olabilecektir. Genç bu aramasında, seçmelerinde, ayakları üstünde, kolay çözümleri yeğlemeden, yılmadan, dirençle yürüyecektir. Eleştiriye açıklık kadar, belki çelişkili görünecek ama, bulduğunda, sezdiğinde ısrar, gencin kendini sağlıklı biçimde aramasında çok önemlidir.

Burada, “felsefe” sözünü belirsiz bıraktığım için açıklama yapmam gerek. Felsefenin yaşamada işe yaramayacağını ileri süren “felsefeler” de vardır. Baştaki varsayımım felsefenin işe yarayacağı idi. Bu inancım, felsefenin başka görüşlere, kendi çözüm biçimimizden başka çözüm biçimlerine duyulan hoşgörüden, onları anlama çabamızdan kaynaklanıyor. Felsefe, tarihinde ve hâli hazırda tümüyle öyle olmasa bile, karşılıklı konuşma, tartışma, diyalog, etkileşme, haberleşme olanağını veren bir kültür etkinliğidir. Böyle anlaşılan felsefe, değişik görüşlere, yaşama sorunlarına sevgiyle yaklaşan (çünkü, bir anlamıyla, sevmek anlamaktır.), eksik ve özürlerini düzelten, özellikle gencin en çok gereksinme duyduğu yaşama sevincini veren bir uğraş olacaktır.

Bilimle ya da felsefeyle uğraşanların yaşamanın çetin sorunlarından kaçanlar olduğu da ileri sürülmüştür. Felsefe çalışmak, bu anlamda, koruyucu bir sığınak mıdır? Kaçış mıdır? Öyleyse, felsefe yaşama sorunlarının üstüne gidemeyecek demektir. Demiştim. Bu bir tavır, belki de bir kişilik sorunudur. Kendinin üstüne gitmek istemeyene, sığınak arayana, ruh hekimliği açısından “yüceltmeler” sağlaması, ana rahmi özlemiyle özdeşleştirebileceğimiz, kavramlar dünyasından yaratılabilecek “kuruntu” dünyası ortaya koymasıyla felsefe böyle yorumlanabilir. Benim bu yazıda kaygım, zaman zaman sığınsa da, sığınağının içinde bulunduğu günlük yaşamanın dertlerine, acılarına, onları anlayarak, yorumlayarak, yürekliliğiyle üstüne üstüne gidebilen gencin yaşadığı felsefe etkinliğini vurgulamak.

Yine, felsefenin yaşamanın uzağında, bir “uyduruk”, bir “yanılsama” olduğunu ileri süren görüşler var. Bu görüşe göre felsefe sorunları, yaşama sorunlarından kopuktur. Felsefeciler, yaşamda hiç işlevi, yeri, işlerliği olmayan bu “oyunlarında”, dilin “hapisanesinde” çırpınıp dururlar. Dili, “yanlış”, yaşamada yeri olmayan, çarpık kullandıkları için, kendi kendilerine sorunlar çıkarırlar. Dilin yaşama içinde kullanışlarını göstererek, onları, felsefe denilen “belâ”dan kurtarmış, tedavi etmiş olursunuz. Ayrıntılarına, nedenlerine girmediğim bu anlayışın ruh hekimliği çalışmalarıyla ilintileri var. Ayrıca, felsefe “aldatmaca”sının siyasal yanının da vurgulandığını görüyoruz çağımızda.

Eğer felsefe bir aldatmaca, bir kuruntu, bir yanılsama ise, felsefeden kaçmak değil, bu durumu ortaya çıkaran etkilerin irdelenmesiyle felsefeye felsefeyle yaklaşmak gerekir. Dert felsefenin derman da felsefenindir. Gence ruh sağlığı, coşku, heyecan verecek felsefe, kendi iç sorunlarını saklamayacak, bu iç sorunlarına çözüm çabalarıyla gence ulaşacaktır.

Dikkat: Felsefe her derde deva Lokman Hekim’in ilacı değildir. Her sorunu da çözmez. Çözüm, yaşama ustalığında, yaşama becerisinde yatıyor. Yaşama ustalığı için, bilime, felsefeye, kültürümüze, kültürlere duyduğumuz duyarlığın yanında, başka erdemler de gerekiyor. Genç, bilge felsefecilerin yaşamalarını örnek alabilir, burada. Doğrusu, felsefenin yaşamada nasıl kullanabileceğini bu işi becerebilmiş yaşama ustası felsefeci büyüklerinden görecektir. Yoksa, felsefe iç karartıcı kavram tartışmalarından öteye gidemez. Çoklarının ileri sürdüğü gibi, yaşamayla ilgisi olmayan kuru bir meslek alanı olur.

Türk kültüründe gençlerimizin örnek alabileceği yaşama ustası, bilge felsefecilerin ortaya çıkması, kendini arayan gençlerimize felsefenin önemini anlatmada en büyük destek olacaktır. Bu konuda umutsuz değilim.
Yaşama ustalığı, felsefesiz de edinilebilir; ben, felsefeyle nasıl gerçekleştirilebilir, bunu tartışıyorum. Bu “felsefe”ye hangi felsefe olursa olsun diyorum ya, belli bir anlayış, tutum, çaba içindeki felsefenin yardımından söz ediyorum. Çok “teknik”, kavram çözümlemeleriyle, mantıksal cambazlıklarla dolu, kılı kırk yarmalar taşıyan belli bir felsefe yapma biçimi bile, anlatmaya çalıştığım bir tavır ve yaşama tutumu ile, şu ya da bu biçimde dayandığı somut, tarihsel kaygılar belirtilerek, gencin düşünmesine, bir düşünce esnekliği kazanmasına, bununla karşısına çıkan değişik durumları tartmasına, değerlendirmesine, edindiği bilimsel, kültürel, eğitimi yorumlayıp, eleştirmesine yardımcı olabilir. Yaşamada bizim yanımızda olacak felsefe, bize başka felsefelerin varlığını unutturmayacak felsefe olmalıdır. Doğrusu, hangi felsefeyi savunursak savunalım, savunduğumuzun seçeneklerini, savunduğumuza aykırı yolları, farklı yaklaşımları örtbas etmemelidir. Değişik felsefe yapma biçimleriyle tanışıklık, ufkumuzun genişlemesine, hayal gücümüzün gelişmesine katkıda bulunabilir.

Felsefenin hazır çözümleri yok. Reçeteler veremez. Konuşur. Konuşturur. Dinler. Söyler. Değişik seçenekler önerir. Peki, dünya görüşü – felsefe ayırımı yapmadığımı söylüyorum, oysa, dünya görüşlerinin mutluluk reçeteleri yok mudur? Reçetenizin farkında mısınız? Başka reçetelerle karşılaştırabiliyor musunuz? Var olan reçetelerden farklı reçeteler de verilebileceğini düşünerek, bu reçetelerle de hesaplaşabiliyor musunuz? Reçetenizi bulandırmadan, açık seçik, sevabı ve günahı ile ortaya koyup, tartışarak, buna inanıyorum diyebiliyor musunuz? İşte, tarihsel birikimiyle felsefe, bu hesaplaşmanızda, karşılaştırmanızda, inançlarınızın bedelini ödeyerek, yani, onların görebildiğinizce diğer inançlar içindeki yerini görebilerek, görüşlerinizi ortaya kovuşunuzda sizinle olacaktır. Özlediğim felsefe, değişik felsefelerle beslenen, tartışan, eksik ve gediklerini gören, buna rağmen inanan kaçınılmazlığını vurgulayan bir felsefedir. Açıktır. Saklamaz. İçtendir. Bu tavır, değişik yaşama durumlarıyla karşılaşan gencin yaşama ustası olmasına yardıma olabilir, ama, yaşama ustalığını garantileyemez. “Neden garantileyemez?” sorusuna, bu tavırla kendini arayan gencin kendisi yanıt bulmalıdır.

Bitirirken, biraz duygulu biçimde de olsa, görüşlerimi yineleyeyim:

Felsefe ne işe yarar? Sorunlarımızın üstünde konuşabilmeye, sorunlarımızın kavramlarla ilgili köklerine inmeye, kavramlarla yaşama arasındaki ilişkiyi anlamaya, kendimizi aramaya, bu arayışta, bilimin bize söylediklerini araştırıp, tartışmaya, kısacası kendimizle, dünyayla açık seçik hesaplayabilmeye, konuşabilmeye yarar.

Felsefe genç kalmaya yarar.

Ahmet İnam


VARSINLIĞIM, YOKSUNLUĞUM / Ahmet İnam

22/02/2010

VARSINLIĞIM, YOKSUNLUĞUM

Göğün altındaki kalbimin yoksulluğu, kalbimin altındaki göğün yoksulluğudur. Ahmet denen garip, yıldızlar içinde tütüp durdu da, dumanını yalnız yazıları gördü. Dumanı içinde kalmış yoksulun biriydi. Tüten yoksulluktu. İçinden tüten.

Yoksulluk tam da hayatın ortasında. Göğün altında.

Yoksundur insan, bu gezegende ortaya çıkışından beri. İnsan yoksunluklar varlığıdır. Yoksunluğu onu yoksul kılmakta. Yoksunluğu onu varsıl kılmakta.

Mutlak yoksulluk yok. Mutlak varsıllık da. İnsan varsıllıkla yoksulluk arasında. Onda yoksunluk hiç eksik olmaz. Hep eksiktir. Eksikliği onda zenginlik olmuştur. Sanat, bilim, düşünce, eksikliğinden doğmuştur insanın.

Yoksunluğumuzun varsıllık doğuracağı durumlardan yoksun kalmayalım. O zaman soru şu: Neyin yoksunuyum ben? Ey sevgili ben kimin yoksunuyum?

Yoksunluğum biriktikçe dönüşür: Ya varsıllığa ya yoksulluğa.

Yoksunluklarım beni yoksul kılıyor ne yapsam?

Nasıl zenginleşsem yoksunluklarımla?

Varsınlıklarıma bakmalıyım. Yoksunluk: “Bende bu yok,” dediklerimizden oluşuyor. Varsınlıklarımız ise “bende bu var” dediklerimizle. Peki, “bende yoksunluk var” dediğimizde durum nedir? Bilinçle söylenmişse elbette varsınlıktır! Bizde ne varsınlıklar var! Nelerim var ya, bilmiyorsunuz ey insanlar; varsınlıklar varlığıyım siz sanıyorsunuz ki ben yoksulum; belki de bendeki varsınlıkları yoksunluk olarak gördüğünüz için. Belki, biz insanlar birbirimizin varsınlıklarını yoksunluk olarak anlama eğilimi taşıyoruz. Sevmediklerimizin, olabilir. Sevdiklerimizin ise yoksunluklarını varsınlık sayıyoruz.

Göğün üstümdeki kalbimin varsıllığı, kalbimin üstündeki göğün varsıllığıdır. Ahmet denen zengin, yıldızlar üstünde uçup durdu da, kanatlarını Eros’a borç verdi.

Varsınlık yoksunluğun içinde. Yoksunluk da varsınlığın.

İnsan, ancak karnını doyuramayıp başını sokacak ev bulamadığında kendini yoksul sanıyor. Bu onun ağır bir yoksunluğudur.

Gizli yoksulluklar sözde zenginliklerin ardına saklanır.

Varsınlıklarımın varsınlığını yoksunluklarımın yoksunluğunu bildikçe varsınlığım mı artar, yoksunluğum mu?
Zaman nedir? Varsınlığımız mı yoksunluğumuz mu?

Ölüm? “Şükür, ölüyorum” diyenler için varsınlığımız, “her ölüm genç ölümdür” savında olanlar için yoksunluğumuz mu?

Acılarla geçen bir ömür, yoksul bir ömür müdür? Elbette değil, acılar niçin yoksunluk olsun? Varsınlığa dönüştürebildiğimiz, varsıllığımızı onlarla yaşadığımız acılarımız yok mudur?

Yoksul sandığımız biri karşısında içimizde varsınlıklar uydurup kendimizi yükseklerde görme eğilimimizi bağışlayabilir miyiz?
* * *
Yoksul musun a sevdiğim açıp da bir güzel baksam, yüreğine; derinlerde, yanıp sönüp şu sevgine? Yoksul benim tez anladım, kuşkusundan, yüreğimin. Sen yoksulsun, ben de yoksul, varsıl mıdır şimdi sevdâ?
* * *
Kalp söylese, gök dinlese, evrendeki bereketi. Her bollukta kıtlık gizli, her ölümde bin bir doğum. Hangi sevdâ çağıl çağıl, ya hangisi, ıssız, çorak? Yoksulluk da varsıllık da acısını bırakarak, içimizde, dışımızda hiç tükenmez hareketi.
* * *
Boynu bükük meydandayım, bahar vurmuş ağaçlara. Efendimsin sen ey hayat, ne verdiysen onu çektim. Engin oldum, isyân ettim, diplerinde, göklerinde. Talep ettim, çırpınarak çiçeğinde, böceğinde, güzelliğin, yüceliğin her aldığım nefesimde. Soruyorum, işte şimdi: Sen, ey hayat, yoksul musun, varsıl mısın?
* * *
Ne desindi, hayat sana? Sen nasılsan, hayat odur. Sana seni yansıtacak; güzelliğin, çirkinliğin, aynasında görünecek. Yoksunluğun, varsınlığın; defterinde kayıtlıdır, yazıların çizilerin. “Sorma sakın hayatına, soruları kendine sor: Varsıl mıyım, yoksul muyum? Her ne isem işte oyum.

Şubat 2008, Ankara

Ahmet İNAM


AVUCUMUZDA ŞİİRİSTAN / Ahmet İnam

13/02/2010

AVUCUMUZDA ŞİİRİSTAN

Elin değil elin. İkimizin. İçime uzat.
Beşimizin, onumuzun, hepimizin.
Varlığın eli. Elin. İçime uzat.
Elin senin.
Sen sen olduğun, sende cihan olduğu, cihan sana sığmadığı için.
Elini ver bana. Elimi al benden. Elini elime kat.
*
Her elin bir göğü, her göğün bir eli var.
Açık, kapalı, dolu, boş. Her elin bir göğü, her göğün bir eli.
*
Ellediğimizde elliyor muyuz gerçekten?
El veriyor muyuz dokunduğumuza yoksa onu el sayıp mıncıklıyor muyuz? Dokunma ne zaman bir ihlâldir ey ten?
*
El okşamaz, boğar da. Yumruk olur. Tetiği çeker de.
*
Avcumdaki gökyüzünü, avcundaki gökyüzüne.
*
Karışının alnımda işi ne? Dünyan kaç karış?
*
Elim yalnızca dokunmuyor. Yapıyor. ‹nsan, eli olduğu için insan. İnsan, dünya gezegenini elleyen, ona el katan bir varlık.
*
Tut. Elinle. Dünyayı. Tutuyorum. Tutmasaydım, dünya çoktan dünya olmaktan çıkardı.
*
Avcumun içindeki dünyayı, dünyanın içindeki avucumda gördüm de haddimi bildim.
*
Dostumun avucu benim okyanusumdur.
*
Sevgilimin avcundaki kalbim, sevgiliyi avcuma bırakıyor. Avuçlarımız ne bir sığınak ne bir değirmen. Avuçlarımız göğe açılan dua, yere yağan rahmet, birbirlerine kenetlenerek seyreden iki martı.
*
Elim teninde yurdunu arıyor.
*
Elim elinde uyuyor.
*
Tutsan. Tutsam. Tutuşsak, tütse bedenlerimiz avuçlarımızdaki sonsuzluğa.
*
— Avuçlayabilir miyim sendeki sonsuzluğu?
— Hayır. Dokunabilirsin.
— Nasıl?
— Sonsuzluğunla.
*
Ellerimizden yağan yağmur, insana. Hayata.
*
Ellenen pislikleri unutma. Gökteki yıldızlara da bulaşırlar.
*
Bileklerinden bacak aralarına yürüyen parmaklarım göğünü de taşımalı mi içine?
*
Ellerim, beynimle ayaklarım arasında, ikisine de saygılı. Beynimden ayağıma Hermes, ayağımdan beynime Eros olan ellerimde, hayatın bin bir maharetiyle çâresiz biriyim. Elliyim de çâreli değilim. Elsiz miyim yoksa? Yâreliyim. Yâr eliyim.
*
El ile il arasındaki bağ, ayağımla elim arasındaki bağla bağlanabilir mi? ‹lim, yurdum, toprağım, ellerimle işlediğimde ortaya çıkıyor. Elimin değmediği yer yurdum olabilir mi? Elim değmezse ilim ellerin olur.
*
Tüt ile tut arasındaki havadaki iki nokta farkı bize ne söyler? Tütüşmek sözcüğü neden unutulmuş dilimizde? Karşılıklı tütmeyi bildiğimiz hâlde? Tütüşük gönüllerin tûş olamayışından mı?
*
Ellerin buhurdanında tüten nedir? Kaygıdır. Sevinçtir. “Tut beni” çiçeği açar avuçlarımda, gözyaşlarınla yağar mısın üstüne?
*
Kelepçe, beynimize, yüreğimize vurulmadıkça ellerimiz özgürdür.
*
Dil, eli dövebilir de sevebilir de. Oysa saygı duymalıdır. El dilin ağabeyidir, ondan önce doğmuştur. “Dil varlığın evidir” denirken elin hakkı yenmiştir. El ilin evidir.
*
El dilin balkonudur. Sevgili ellenince dillenir. Dillenince ellenir.
*
(Ellenince sözü yanlış anlaşılmamalı. Ellenmek, eli harekete geçirme, eli devingen kılma, el olma, el hâline gelme demek.)
*
Sazımın eli beni çalıyor. Sazım ve elim sevgilime dahil oluyor.
*
Elden gelen şifâ, çok defa, doğaya vefâ
*
Topacık ellerini söyleyen türkülerle sevgilim sana dahil oldum.
*
Biz hayatı şiir şişesinin dibinde görenlerde hayalleri elleme huyu vardır. Sevgili hayalini getirir, biz okşarız.
*
Geceleri ellerimize gelirler. Okşatmak için kendilerini. Şiir derler kendilerine. Odamın buğulu camının önünde onlara hohlayarak dahil olurum.
*
Şiir elimizde oturur, elimiz şiirde oturduğu için.
*
Avucumuzda şiiristân yıldızlara dua ederiz.


Aralık 2007, Ankara

Ahmet İnam


GÜZELİN YÜZÜ / Ahmet İnam

02/02/2010

GÜZELİN YÜZÜ


Gizlidir güzel! Biz görmezsek görünmez. Gözümüzden gelmez, gözümüze gelir. Bize geldiğinde görebileceğimiz gözümüz varsa. Hazırsa gözümüz. “Güzelliğin on para etmez şu bendeki aşk olmasa” dediğiniz güzel, sizin en azından “on para” olmanıza bağlıdır.

Kaç paraysanız gördüğünüz güzel en fazla o kadar paradır. Çirkinseniz nasıl güzel görebilirsiniz? Yanılsamadır gördüğünüz. Çirkinliğinizi örtmeye çalıştığınız varsanılardır. Güzel, güzele gelir. Güzele hazır olana. Güzele açık olana. Çirkinliğinin ayırdında olana.

Güzel uğramıyorsa nasıl güzelleşebiliriz? Göz hazır. Hamlığını süzmüş, elemiş. Hamlığından acı çekmiş. Hamlığının verdiği acıyla kendine güldükçe gülmüş. Hamlığının tam olduğunu nasılsa anlamış. Çirkinliğini. Çirkinliğin, çirkinliğinin çilesini çekmemişe güzel nasıl ulaşabilir? Güzel önümüzde apaçıktır. Apaçık gizli.

Güzeli görmek için göz
Çirkinliğini keşfe çıktı.

Çirkinliğimizden geçmeyen güzel yok mudur? Hazzın, tadımının verdiği. Güzeli yaratan sanatçılar çirkinliklerinin ayırdında mıydılar? Hiç çirkinlik yaşamamış, “anadan doğma” güzel olan yok mudur?

Burada temel sav şu: ‹nsan çirkin güzel, güzel çirkindir. Şöyle bir kolaycılığın tuzağına düşmemeli: “Güzel ve çirkin bizim bakışımıza bağlı, çağdan çağa, kültürden kültüre değişen kavramlardır.” Öyle değildir. Güzel keyfî değildir. Güzel, bir anlamda size bağlıdır: Görebilmeniz için, gözünüze. Gözü
nüzün hazırlığı, evrenseldir. Güzel, sizin gözünüzün uyduğu değildir. Sen kimsin ki güzel dediğin güzel olsun? Güzel adına bugün ne yaptın? Ne işledin? Ne kadarını öğüttü içindeki değirmen sendeki güzellik tohumlarının? Çirkinliklerinden yüreğindeki kalbur ne kadarını ayıkladı?

Gözümün güzele hazırlığı. Gönlümün. Yaşadığım iklimin. Sevdâmın. Bilgimin. ‹nsan oluşumun. Güzele nasıl hazırlanır? Eskilerden başlamalı. Bir avcı olarak, güzel görme, güzeli görme, güzel yaşama, güzeli yaşama.

1141-1209 yılları arasında yaşamış Azerbaycan ilinin büyük şairi Genceli Nizâmî’nin Farsça yazmış olduğu dörtlüğün Âzerî diliyle ifâdesi şöyle:

Gece halvetce bize sevgili yar gelmiş idi
Üzü aydan da gözel Nigâr gelmiş idi
Ona ben göz yetirip halvetî baktım
Ovçunun ovlağına körpe şikâr gelmiş idi.

Yüzü aydan da güzel sevgiliye gizlice baktığımda avlağa körpe bir av gelmiş sandım. Neden? Gözüm, güzellik avcısı. Gözüm hazır. Gözüm güzele odaklı.

Yine Nîzâmi tek bir dizeyle gözünü aydın kılan güzelden söz ediyor:

Gözüm aydın, gözüme sûret-i cânân görünür
Ancak aydın göz, gözüm aydın diyebilir.

Ancak aydın göz, çirkin görebilen, çirkini ayırt edebilen, içindeki çirkini yenebilmiş, dışındaki çirkinlikleri yenmeye hazır göz, kendine gözüm aydın diyebilir, cânândaki güzelliği yaşayabildiği için.

Güzeli avlayabilen, güzel tarafından avlanmaya da hazırdır. İşte budur karşılıklı avlanma, karşılıklı avlaşım. Fuzulî gönlüne sesleniyor, gönül kuşuna:

Gezme ey gönlüm kuşı gâfil fezâ-yı ışkda
Kim bu sahrânun güzer-gehlerde çok sayyâdı var

Gönül kuşu, aşkın gökyüzünde dolaşırsa onu avlayacak avcılarla karşılaşması kaçınılmazdır. “Fezâ-yı ışk”, bir “sahrâ”dır, aynı zamanda: Aşkın gökyüzüne mi çıktın. Çöllerdesin o zaman. Bir kuşsun avlanmaya hazır.

Av, avcı, avlanma güzelin kapsadığı çetin yolları, “güzer-geh”leri gösteriyor. Sayyâd, avcı, aynı zamanda avdır. Güzel gizlenir. Avcının elinde tüfek yoktur. Söz vardır. Yürek vardır. Gönlü vardır.

Onsekizinci yüzyılın Türkmen ozanlarından Mahtumkulu şöyle diyor:

Mağtımğulı, sözün gısğa şerhi köp
Bilmeze hiç, bilenlere nırhı köp

“Mahtumkulu, sözün kısa, açıklaması çoktur. Bilmeyene hiç, bilene kıymeti çoktur.” “Mahtum” eski harflerle (hı ve te) ile yazıldığında, “mühürlü” anlamında. Güzel mühürlüdür. Gözümüzde. Varlıkta. Mühürü çözen, mühürü çözülmüş gözdür. Bedâyi-i mahtum. Mühürlü güzeller,güzellikler (“Bedâyi” burada dâl ve ayın ile yazılıyor!). Mahdum ise hizmet edilen, hizmet edilmiş demek. Erkek evlat, oğul anlamında da. Güzel mahdumdur. Geleceğe taşıdığımız.

İşte av ve avcı sözle etkileşim, iletişim içindedirler. Öldürme yoktur. Ölüm değil dirim vardır. Güzel doğadadır. Doğada var olur (Kant!). Av, bildiğimiz av değildir. Avlayınca avlanıyor, avlanınca avlıyorsunuz. Buna avlaşma deniyor. Güzele değme, karşılıklı değme anlamında değ-iş-me. Mahtumkulunun sözlerinin şerhi “köp”tür, çoktur. Güzelin de. Güzel varlıktadır, ona giden yollar “köp”tür. Onu gören göz “köp”, yaşayan gönül “köp”tür. “Çok”tur. Güzel olma, “çok” olma, “çoğul” olmadır.

Güzel gizlidir. Nizâmî’nin baktığı gibi “hâlveti” bakabildiğinizde çıkabilir karşınıza. Hazırlıklı göz bakabilir halvetî. Tenhâya çekilmiş bakmadır çünkü. Tenhâdan korkulan bir çağdayız. Yürek ister, tenhâ. Yokluğa teslimiyet ister. Yokluğa dayanacak güç ister. Halvetî durur göz güzele değince. Sırnaşmaz. Sırnaşmak yasaktır güzel ilinde.

Yâr ile halvet, sıcaktır. Yâr, güzeldir, güzelliktir. Eflatun, güzel bedenden, güzel bedenlere, güzel bedenlerden güzelliğe doğru yolculuk yapmayı söylemişti Şölen’inde. Güzel’e, güzel insanlardan, güzel doğadan, güzel yapıtlardan geçerek varılıyor. Adım adım. Soruyorlar yolda: “Nereden gelir, nereye gidersin?” – “Çirkinden gelir güzele giderim. Güzellerden güzele yolculuğum.” – “Yolun açık olsun!” – “Buyurun birlikte gidelim. Güzel paylaştıkça güzelleşir.”

Peki, kiminle? Nasıl? Güzel olanla. Güzelin değerini bilerek. İncitmeden. Saygıyla. Paylaşmaya karşı çıkmayı göze alarak. Güzele isyan etmeyi, kokuşmaya yüz tutmuş güzelin, çirkinden yeniden geçilerek tâzelenmisine çabalayarak. Güzel tâzedir. Her dem. Yenidir. Çirkinle bitip tükenmek bilmeyen etkileşimle yenilenir.

Güzel gizlidir. Devingendir. Dönüşendir. Elimizin altında, denetleyebileceğimiz nitelikte olmayandır.

Şimdilik güzele yakışmayan çağda yaşıyoruz. Güzel! Bizi vaslına şâyân kıl!

Ankara, Eylül 2007

AHMET İNAM


DÜŞMAN OLARAK AYDIN / Ahmet İnam

22/01/2010

Ahmet İnam

DÜŞMAN OLARAK AYDIN

“En önemli görevi eleştirmektir. Toplumca yaşananı kültürel, toplumsal, siyasal, ekonomik, antropolojik, düşünsel açılardan sorgulamak, yorumlamak, eleştirmek, eleştirileri doğrultusunda sorumlu bir karşı çıkış ya da zaman zaman onaylama eylemlerinde bulunmak… Dürüstlük, eşitlik, özgürlük, insan onuru uğruna yılmadan mücadele verilmesi gereken temel kavramlarıdır aydının. Aydın yönetilenlerin, güçsüzlerin, ezilmişlerin, haksızlığa uğramışların sesidir. Bilgisi, kavrama yeteneği, sorumluluk bilinci, güçlü iradesi, cesareti, eylemde bulunma gücü ile hem toplumunun hem de dünyanın kültürüne ışık tutan, katkıda bulunan bir insandır.”

Ahmet İnam, SIR AYDINA DOĞRU’dan.


Aydının en rahatsız olduğu insan, bir diğer aydındır. Aydın olmakta, tutkusu, isteği olan bir aydın, çoğunlukla öne çıkmak ister. Gerilerde kalıp, düşüncelerini ileri sürmekten çekinen, çekindiği için de ancak kendisine sorulduğunda konuşan aydın sayısı çok mudur? “Aydınım demek ki fikrim var, aydınım yalnızca fikrim yok, müthiş de bir yaratıcıyım, kesinlikle söylemeliyim düşüncelerimi; eleştirmeliyim olup bitenleri; aydınım demek ki aymışım, şimdi de şu uyuyanları aydırayım. Aydınım demek ki savaşçıyım, kavgacıyım, dünyayı, vatanı, insanı düzeltmek tek hedefim” diye düşünür; sürekli konuşacak, yazacak yer arar.

Elbette yanılgılar olabilir. Kendinde “aydın özellikleri” vehmeden insanlar olmuştur, olmaktadır, olacaktır. Aydın olmanın evrensel özelliklerinin yanında o özellikleri yaşadığı yerel kültüre göre renklendirebilen; o kültürün yerelliğindeki evrenselliği yakalayabilen aydınlar çağında olduğumuzu düşünüyorum. Küreselleşme çığlıklarının kulak tırmalayıcı etkilerine karşın, aydın kendindeki toplumunu, toplumundaki evrenselliği görebilendir. (Elbette özlediğim aydın!) Böylece, hem kendi biricikliğini, kendine özgülüğünü, hem toplumun biricikliğini, kendine özgülüğünü hem de bu biricikliklerdeki evrenselliği ortaya koymuş olur. Kendi içinde kendine özgü varlığından çıkarak, toplumunun kendine özgülüğüne, insanın evrendeki kendine özgülüğüne ulaşabilir. Elbette, evrensellikten çıkıp, keşfettiğimiz özgül oluşa da adım adım gidebiliriz. Kendimizi toplumumuzla, insanlığımızla; insanlığımızı toplumumuzla, kendimizle keşfediyoruz.

Aydın bizde henüz dünyayı keşfetmekle meşgul. Dünyada ne olup bitiyorsa, gözü onda, küreselleşiyoruz ya! Üstelik dünyayı izlemek, internet torpiliyle giderek kolaylaştı! Aydın, aydına hava atmaya çalışıyor, dünyanın gidişi konusundaki bilgisiyle. Göz kesilmiş, serâpa anten aydınımız: Ne oluyor dünyada? Dünyada ne olduğunu bilmeyenden aydın mı olur? Göz dışarıda, kulak dışarıda, içerisi boş bırakılıyor.

Öyle değil! İçerisini dışarıda bırakıp anlayacağız! İçeriyi içeriden anlamak olanağı yok! İçerisi boş! İçerisi karanlık. Dışarıdan, ışık dışarıdan! Bize ışık dışarıdan gelir! Hepimiz, biz Türk Aydınları, güneş pilleriyiz, ışığımız dışarıdan. “Türküm, Doğruyum, ışığımı dıştan alırım!” Aferin sana, dünya “konjonktür”ünün farkında, dünyayla bütünleşmiş bir Türkiye’nin kulak kesilmiş, göz kesilmiş, anten kesilmiş aydını!

Dünyaya bakıp, kendini anlayan aydın, kendine bakıp dünyayı anlamayı deneyemez mi? Bunun için de, ona göre, dünyaya bakıp, dünyada kendine bakarak dünyaya bakan aydınları dinlemesi, okuması gerekir. “Bize ışık dıştan gelir. İçimiz karanlıktır. İçimizi dıştan gelen ışıkla aydınlatmalı” diye düşünür.

Kendi içimize nasıl bakılır? Dıştan. Peki, dışımıza nasıl bakılır? Dıştan.
Peki, bizim gözümüz yok mu? Var. Dışa bakar. İçimizi göremez; dışa bakıp, dıştan yansıyan da görür, içini. Dışın aynasıyla. Dışın gözüyle.

Aydınlarını dışa baktırtan bir ülke: Dışı görebiliyor mu? Dışı nasıl görüyor? Dışın nesini görüyor? Dışı görmeyi biliyor mu?

Örneğin Batı Kültürünün kökleri hakkında ne kadar fikri var? Şu anda tartışılan, konuşulan konuların altında yatan ekonomik, toplumsal, kültürel geçmişi görebiliyor mu? Batı’yı örneğin, Batı’lı gibi görebiliyor mu? Popüler, sığ olanının ötesinde, köklerini görebiliyor mu Batının? Ucuz çevirilerle mi yetiniyor, günlük dergi ve gazetelerle mi?

Dünyayı hangi kaygılarla görüyor? Bir işletmeci ya da işletmeci danışmanı gibi mi?

Bir şirket çalışanı, patronunun gözüne girmeye uğraşan biri gibi mi var oluyor aydın? Birbirlerine duydukları düşmanlığın arkasında bir göze girme rekabeti mi var?

Aydınlar arası çekişmelerde, dışı hangimiz daha “iyi” değerlendirebiliyoruz kavgası mı var? Yoksa, “boş sandığımız içimizin kendine özgü zenginliklerini nasıl yakalayabiliriz?” sorusu etrafında düşünce alışverişini geliştirecek tartışmalar mı yapıyoruz?

Kendimizdeki dünyayı değil, dışımızdaki dünyayı arıyoruz! Bu hazin! İçimize bakmayı, içimizi dinlemeyi, zamanı geçmiş bir ulusalcılık, yurtseverlik, ölçüsü, bir mistik düşünce olarak görüyoruz. Dışımızdaki dünyaya baka baka dünya başımıza yıkılacak. Kendimizi bu ülkenin değil de dünya vatandaşı olarak göre göre dünyaya yabancılaşacağız. Faltaşı gibi açılmış gözlerimizle dünyaya baka baka dünyayı göremez olacağız.

Dünyayı görmek içimizden geçer. İçimizi görmek dünyadan.

Ülkemizdeki aydınların birbirlerine düşmanlıkları düşünsel temellere dayanmaz. Hep birlikte dışarı baktıkları için aralarında, belki kaba bir deyimle, “tepişme” başlar. Kendilerinden, toplumlarından geçiremedikleri bir dünyaya bakıp, “burada” değil de, “orada” oturduklarını sanarak düşünürler. Gözlükleri kendileri, toplumları değildir. Gözlüklerini dünyanın ekonomi, kültür, sanat piyasalarından almışlardır. Dünyaya bakar, Türk, Türkiyeli, Anadolulu olmadıklarını düşünürler. “Şükür, bugün de dünyalı olarak yaşadık” derler, gece yatmadan önce. Kafalarında “hiçbir yer” olan bir dünya vardır. Bu dünya, neo-liberal düzenin çarklarının ona vehmettirdiği bir dünyadır. Ulus sanaldır deyip, sanal olmadığını düşündükleri “gerçek” dünyada yaşarlar. Orada gördüklerini düşündükleri “gerçeklerle”, kendilerini kendilerinden saklamaya çalışırlar, kendilerine bu yüzden düşman olurlar, bu düşmanlığı kendisi gibi olduğunu düşündükleri aydınlara yansıtırlar. Böylelikle düşmanlarıyla kahramanca savaştıklarını sanıp, kendilerine, içinde yaşadıkları kültüre, ağır kayıplar verdiren tuhaf varlıklar olarak yok olurlar.
Ağustos, 2007, Ankara


BİR KEDİM VAR KİMSELERE BENZEMEZ / Ahmet İnam

07/01/2010

BİR KEDİM VAR KİMSELERE BENZEMEZ


Evreni dinlemeyen kediyi dinleyemez. Evrendeki sesi. Dip sesi. Dünyanız yalnız insanla, insanın etkinlikleri, ürünleri ile sınırlı ise, insanı saran varlık iklimini yaşayamıyorsa, insan oluşunuzda eksiklik var demektir. İnsan, varlık ikliminin çok ama çok küçük bir parçası. Bunun bilincinde olabildiğince çok ama çok önemli bir parçası.

Teknolojiyle dinleyebiliyor. Bilimle anlayabiliyor. Varlık iklimini dinlemek bu değil. Varlık kitabının görebildikleri satırlarını okuyorlar. Bu kitabın satırları, okuyanın gözüyle buluşunca okunabilir. Göz satırlar ekleyebilir kitaba. Kitap göz ekleyebilir okura. (Kör okur bildiğini okur; dokunmuşu dokur. Okumak, gözü açmalı. Kör gözle nasıl görürüz kediyi?)

Evren yalnız biz insanlar için yaratılmadı. Orada kediler de var. Orada bakteriler, orada karbon, hidrojen, azot. Evreni kedilerle üleşebildiğim için çok mutluyum. Kendimi kedilerle bulduğum için dünyada. Kedilerle buluştuğum için.

Varlık ikliminin o güzel hayvanları, insanların onca baskısına karşın kedilerini korudular. Onlardaki cânın gücü, bendeki cân gücünü hatırlatıyor bana. Burunları doğrultusunda, bıyıkları doğrultusunda yaşadılar.

Biz insanlar içimizdeki pisileri bilemedik (Belki Eski Yunanlı içindeki cânı adlandırırken pisi harfiyle başlayan bir söz kullandı, kediyle ilgili olduğunu bilmeden).

Bir kedi uyur içimde
Bir kedide insan uyur
Ondandır uyuşuruz nicedir kedilerle.
İkimizin de içinde birer kara delik
Sonsuzluk uyur bizde.
Uyanır.

Bir bitimsiz rüyâyı onlarla uyumuyor muyuz? Ailouros. Öyle demişti. Heredot Mısır’ı ziyaretinde, iki bin beş yüz yıl önce, kediyi ilk kez gördüğünde. “Kuyruk sallayan” demekti, onun dilinde. Ailuroi. Kuyruk sallayanlar. Yaşamın bir ucuna, bir diğer ucuna. Hayatımıza öyle girdiler. Büyü oldular. Öbür dünyaların simgeleri. Sevgilerinde bağımsız, isteklerinde ödünsüzdüler. Bizim kediye elbette ulu nazârımız vardır. Tırnaklarını içimizdeki çirkinliklerde bilediler. Yüce peygamber Muhammed onların uykuları önünde ihtirâmla durdu.

Kediyi anlayamadan ölenlere acır içim. Ahmet İnam size bakar sevinir. Sevinirken kalbi yanar göyünür. Yaşamayı bilir de varlık iklimini bilmezsiniz. Tanrıyı bildiğinizi söylersiniz de kediyi bilmezseniz. Teninize dokunan kediden korkarsınız. Neden korkulacak bir varlıktır kedi? İnsandan korkmazsınız da kediden korkarsınız.

Kimler korkmadı ki kediden? Büyük İskender, baygınlık geçirirmiş görünce kediyi. Julius Caesar, Napoleon Bonaparte, I. Abdülhamid ürktüler kedilerden. İmparatordular, padişahdılar, kediden uzak kaldılar.
Şeytandan sayanlar oldu onu tarih boyunca. Papa IX. Gregory (1147-1241) kedi toplu kıyımını buyuranlardandır. Nice güzel kedi, yüzyıllarca zulüm gördü insandan.

Seveni de oldu. Ailurofilia: Kedi sevgisi. Jean Cocteau üstad: “Severim kedileri, severim yuvamı da ondan, onlar görünür ruhudur evimin” demiştir.

İncinen kediyi anlamıştır, yuvasız bir kediyi.

Başına buyruk, kendinden beklenenlere, uyarılara kapalı kediyi. Colette anlamıştır. Anatole France için kediler kitaplar kentinin sessiz bekçileridir. Aldous Huxley hele “yazmak istiyorsan, kedi besle” buyurmuştur. Henry James omzunda bir kediyle yazmıştır. George Sand bir kediydi inceden inceye, kedisiyle aynı kaptan yemek yerdi. Ya Baudelaire? “Yığınların kedileri neden sevmediklerini anlamak kolay” diyordu: “Kedi güzeldir, seçkinlik düşüncesi aşılar insana, temizlik, şehvet.”

Kimdir kedi? Dost canlısı, sabırlı, sessiz, dikkatli, zeki, yaramaz, yumuşak huylu, nazik, kibar, canlı, titiz…

Hırsız? Mikrop saçan? Çevreyi kirleten? Tüyleriyle bizi boğabilen? Nankör? Saldırgan?

Kimdir kedi? Sevgilimdir. İçimde oturur. Bana adres sorar. Sonsuzluğu. Bilirmişim gibi.

Kedim, geceleri açtırır balkon kapısını, çıkar dama, yıldızları koklar.

Konuşabilseydi, gizlerini anlatabilirdi evrenin.

Yazabilseydi, varlık ikliminin nice inceliklerini okuyabilirdik.

Şimdi oturmuş koltuğun üzerinde anlatamadığı gizlerin düşünü görüyor.

Benim on beş yıldır can dostum. Kanıtlamakta zorlandığı›m mantık teoremlerimde yardımcıdır bana; felsefedeki kavram yolculuğumda yoldaştır. Birbirimizi anlar ve sayarız. Kimi zaman nedenini bilmediğim kızgınlıkları olur bana, tırmalayıverir ellerimi. Kimi zaman çeker gider, nerededir bilmem. Bildiği gibi yaşar. Ödünsüzdür. Yılışmaz. Sevgide nasıl durulması gerektiğini öğretir bana. Öğrendiğim söylenemese de.

Cân ikliminin güzel yaratığı. Hayatı hatırlatıyorsun bana.

Haziran 2007-Ankara

Ahmet İNAM


SEVGİLİ BİR BELÂ / Ahmet İnam

03/01/2010

SEVGİLİ BİR BELÂ


Ağır, sevgili çok ağır. Sırtımda yumurta küfesidir, durur. Yıldızlara bakınca görürdüm eskiden, şimdi kısa güz ikindilerinin ışığıyla vuruyor bana. Aydınlığı yumuşacık, karanlığı hüzün.
* * *
Uçurumun dibinden sesi geliyor. Görünmüyor, eksik gözüm. Sevgiliye çıkılır derdim, eskiden, aşkın kanadıyla. şimdi dipsiz feryatlara iniliyor. Bacaklarının arasında değil sevgili.
* * *
Büyük belâ, çok büyük. O sevgili denen. Güvercindim, tutardı, avucu yüreğimde. Güvercindi, özgür, serseri, mağrur. Şimdi beni yırtıp alıyor kendimden.
* * *
Sevgiliyi keşif, keşiflerin düğümü. Omuzlarımda sevdâ güğümü. Söz damlayan şerbetinden yudum yudum içirdiğim, tenine hiçliğimi geçirdiğim. Sevgili denen belâ. Çok büyük belâ.
* * *
Hâlâ o serin rüzgâr saçlarında, binlerce yıl ötesinden geldim sana. Aşk doğanın bir oyunu mu? Söyle bana. Hormonlarımı karıştıran beynim. Üreme kızgınlığı mı, yüreğimdeki âteş? Ne oluyoruz, kim itiyor? Çırpına çırpına sürüklendiğim akıntılara? Kimdir dilini çıkaran, uykusuz gecelerde samanyolundan?
* * *
Aşkın enâyisi olmayacağım demişim yıllarca, sevgilinin dangalağı. Şimdi hem enâyi hem dangalak. Sevgili bir belâ. Çok büyük belâ.
* * *
Aşk salağı oluver gitsin, bırak kendini. Aklın cenderesi, onun bunun kelepçesi. Ben aşk denen budalalığa, göğe uzanan görünmez merdivenle tırmanıyorum, bataklığın üstünden. Kırlangıçların kanatlarına bakarak. Aşktan korkan böyle olsun mu? Olsun. Peki ama niye düşlerimde gördükçe sevgiliyi dudaklarım uçukluyor?
* * *
Kudurduğum değil sevgili, içinde durduğum. Yıllarca duygularımın harmanında savurduğumdur o. Aklımın mutfağında yoğurduğum. Sık sık ölü doğurduğum. Sevgili işçisiyim. Ağır emekçi. Düşünüp düşünüp başımı duvarlara vurduğum. Sevgili bir belâ. Çok büyük belâ.
* * *
Bilirim sevgili bana dünya cehennem olsun diye indirilmiştir. Yeryüzünden. Gökyüzünden. Olmuştur. Olmaktadır. Bacımdır artık cinnet.
* * *
Düş çekimi. Söz ekimi. Yârsın bildim ellerinden, biri okşuyor başımı, biri boğazımı sıkıyor.
* * *
Sevdanın hoyrat trafiğinde, sevgili çarptı bana. Bacaklarının arası nasılsa boştu.
* * *
Sevgili bir belâ. Çok büyük belâ: Biz de ona. Biz de ona.
* * *
Belâ girdâbına kapılmaktan korkan, yozluğun sıkıntının, tatsız tutsuzluğun yeliyle gâfil.
* * *
Kemirsin yüreğimi aşk. Kılsın belâlara müptelâ beni. Sevgilim, başımın belâsı, kanatanım. İnciten. Seni sevmekten gayri çârem yok.
* * *
Allah herkese sevgili bir belâ versin. Öyle değil: Bu dünyada rahat yüzü görmeyesin. İnim inim inleyesin, Allah sevgili versin, Allah sevgilini!
* * *
Kimin sevgilisinde belâ, püsküllü? En büyük sevgili onundur. Püskülüne bu yazı kurban olsun.

Aralık 2006, Adana

AHMET İNAM