ZORUNLULUK – ÖZGÜRLÜK
Bayılırım özgürlüğe… Basılı kağıtlarda, duvarlarda özgürlük isteğini duyuran vurgusözleri (sloganları) gördükçe, toplumumuzun çağdaşlaştığını, bireylerimizin tek tek bilinçlendiğini, geleneklerin, dışardan bindirme buyrukların etkisinden sıyrıldığını düşünüp kıvanıyorum. Özgürlük kavramı moderndir, insanlık oldum olası özgürlük ardında koşmuş değildir. Dahası, özgürlük, istenecek bir şey de olmamıştır her zaman. Geleneklere uyarak yaşamak daha rahat ettirmiştir kişiyi. Düşünüp karar vermek yorucudur. Bakın, kendinizi şöyle iyice bir yoklayın, inançlarımızın çoğu (düşüncelerimiz demiyorum çünkü kendimize özgü düşüncelerimiz olup olmadığı belli değildir) dışardan verilmiştir, bunlar nerdeyse bütün toplumsal-töresel görüşleri kapsar. Onlardan biri sarsılacak olursa, başkaldırırız, özgürlük isteriz. Sözgelişi dinler konusunda böyle olmuştur çoğun, tarihteki din kavgaları, sömürgelerdeki kimi çatışmalar bunu gösterir. Eski zamanlardaki, istilacılara karşı açılan yurdu savunma savaşları da, bugünkü anlamda “yurt’ kavramından doğmamıştır; eski toplumlar, yaşama biçimlerini korumak için giriyorlardı bu savaşlara. Yaşama biçimlerini korumak ise düpedüz geleneği sürdürmek demektir. Geleneğin egemen olduğu yerde özgürlük isteği doğamaz. Ya da zenginliklerini arttırmak isteyen büyük krallar arasında oluyordu savaşlar. Şeref kazanmak için kahramanlık etmek bireylerin tutkusu durumuna getiriliyordu. Kısaca söylemek gerekirse, eski zamanlarda birey, kendi üstünde, kendi dışında var olduğuna birtakım güçlerin buyruğundaydı. Giriştiği işlere zorunlu olarak girişiyordu, şu yolu ya da bu yolu seçme özgürlüğü yoktu. Gerçekte böyle bir şeyi düşünmek bile saçmaydı. Düşünmek, kendi başına karar vermek gibi şeyler çok sonra çıktı ortaya. Yukarda “modern” sözcüğünü bunun için kullandım. ‹nsan zorunluluk altında mıdır, zorunluluk kurallarına göre mi davranıyor, yoksa özgür müdür, gideceği yolu, yapacağı işi, tutumunu, davranışı gerçekten kendisi mi seçer?
………
Goethe, eskiyi de, yeniyi de en can alacak yerlerinden görüp gösteren bu eşsiz adam, klasik tragedya’da egemen olan ödev (vecibe) ile istek arasındaki çatışmaya karşılık modern dramda istek ile istenç arasındaki, demek yapmak isteyip de yapamamak arasındaki çatışmanın işlendiğini ileri sürer. Başka bir deyişle, eski zamanlarda egemen olan “zorunluluk” yeni zamanlarda yerini “özgürlük”e bırakmıştır. Artık birey kendi duygu ve düşüncelerine uygun olan kararı verir, bu kararı uygulamaya bakar. Başarır ya da başaramaz, o başka sorun. Başaramazsa ortaya “dram” dediğimiz durum çıkar. Artık ödev-istek çatışmasının yerini, istek-yapma gücü, gerçekleştirme çatışması almıştır. Böylece insanlık trajik bir çağdan dramatik (buna romantik de diyebiliriz) bir çağa geçmiş olur. Bu yeni çağın temsilcisi olarak da ‹ngiliz ozanı Shakespeare’i görür Goethe, onu örnek gösterir. Şu çok derin buluşunu ortaya atar : Shakespeare, insanlardaki istekleri, dışardan onlara zorlanmış gibi gösterme yolunu tutmuştur oyunlarında… Sözgelişi Macbeth, sanki falcıların, büyücülerin aşılamalarına (telkinlerine) uyarak kral olma hevesine kapılmıştır. Oysa bal gibi bu tutkuya kaptırmıştır kendini. Başka bir deyişle Shakespeare, buradaki dramı, tragedya kılığına sokmaktadır.
Gerçekte insanlık o çağdan bu çağa geçmiş değildir, ikisini bir arada yaşamaktadır. Özgürlük çağında bulunduğumuzu söylememize, özgürlük için savaşmamıza karşın, bugün de bizim isteklerimizi aşan geleneksel kuralların az ya da çok buyruğu altındayız. Dahasını isterseniz, çoğu kişi o geleneksel buyruklarının varlığının farkında bile değildir de, onların sürüp gitmesi için savaşmayı, özgürlük uğrunda savaş sayar. Bununla da bitmiyor, “özgürlük” sözünün bunca moda olduğu yeni dünyamızda, özgürlüğü gerçekten isteyenlerin çok olduğu söylenemez. Neden derseniz, özgürlük isteği, korkunç bir sorumluluğu da birlikte getirir. Ben seçeceğim, seçtiğimi ben gerçekleştireceğim, ama bunun sorumluluğunu da yükleneceğim. Kolay değildir, yürek ister, tedirginliği, yenilginin acısını göze almayı gerektirir. Dahası, istediğim şeyi çok iyi bilmezsem yarı yolda şaşırabilir, pişmanlık duyabilirim. Oysa “zorunluluğa” inanmak bu bakımdan daha rahat ettiricidir, çünkü olayları ben oluşturmamışımdır, onlar kendi başlarına karşıma gelmişler, beni sürüklemişlerdir. Ben sadece katlanırım, öyleyse sorumluluk alamam üzerime. Geçende bir yeri gelmişti de söylemiştim, İslamda “dün-bugün-yarın” bölümlemesinin, dünya için olmaması, çok tutarlı olarak, bireyin özgürlüğünün bir gerçek olmadığı inancından doğar. Kur’anda geçmiş, ancak ibret dersi olarak anılır. “Bugün” ise bizim elimizde olmayan bir oluşumdur.
İşte geçmişin bugünü doğurduğu, bugünün de yarını yaratacağı inanışı burada birden karşımıza çıkıyor. İnsanlar tek tek değil, toplu halde isteklerini, inançlarını kullanarak, tarihin akışını yönlendirirler. Olayların biçimini saptamak keyfimize kalmış değildir elbet, ama bizden bağımsız olarak da oluşamaz. Biz özgür istençlerimizi, güçlerimizin gösterdiği yönde birleştirerek zamanın akışını saptayabiliriz. Bunun için de özgürlük konularının tek tek sorumluluğunu algılamamız gerekir. Kimine özgürlük güç, yorucu gelir bu bakımdan, yönetmektense, yönetilmek daha rahattır onun için. Yönetilmekte (her bakımdan) rahatlık bulanların çoğunluk olduğu yerde, özgürlük savaşımı kolay kazanılamaz, ayrıca anlamı da algılanamaz onun.
J. P. Sartre, kişinin varolmasını onun seçme özgürlüğünde aramıştı. Camus, başkaldırmakla varolabileceğimizi söyledi. Bunlar kader-istek çatışmasının çağımızdaki yansımaları olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü Batı’nın geçmişinde tragedya ve dram vardı. Bunlardan ikisi de, başka açılardan olmakla birlikte, çatışmayı, savaşımı, başkaldırmayı içerir. İbn al-Rüşd’ün tragedyayı anlayamaması ne düşündürücü! Toplumlar, geçmişlerinde tragedya olmasa da, onu bir yerden alıp benimsemeye bakmalılar.
(Yeni Tanrılar)