ZORUNLULUK – ÖZGÜRLÜK / Melih Cevdet Anday

03/04/2010

ZORUNLULUK – ÖZGÜRLÜK

Bayılırım özgürlüğe… Basılı kağıtlarda, duvarlarda özgürlük isteğini duyuran vurgusözleri (sloganları) gördükçe, toplumumuzun çağdaşlaştığını, bireylerimizin tek tek bilinçlendiğini, geleneklerin, dışardan bindirme buyrukların etkisinden sıyrıldığını düşünüp kıvanıyorum. Özgürlük kavramı moderndir, insanlık oldum olası özgürlük ardında koşmuş değildir. Dahası, özgürlük, istenecek bir şey de olmamıştır her zaman. Geleneklere uyarak yaşamak daha rahat ettirmiştir kişiyi. Düşünüp karar vermek yorucudur. Bakın, kendinizi şöyle iyice bir yoklayın, inançlarımızın çoğu (düşüncelerimiz demiyorum çünkü kendimize özgü düşüncelerimiz olup olmadığı belli değildir) dışardan verilmiştir, bunlar nerdeyse bütün toplumsal-töresel görüşleri kapsar. Onlardan biri sarsılacak olursa, başkaldırırız, özgürlük isteriz. Sözgelişi dinler konusunda böyle olmuştur çoğun, tarihteki din kavgaları, sömürgelerdeki kimi çatışmalar bunu gösterir. Eski zamanlardaki, istilacılara karşı açılan yurdu savunma savaşları da, bugünkü anlamda “yurt’ kavramından doğmamıştır; eski toplumlar, yaşama biçimlerini korumak için giriyorlardı bu savaşlara. Yaşama biçimlerini korumak ise düpedüz geleneği sürdürmek demektir. Geleneğin egemen olduğu yerde özgürlük isteği doğamaz. Ya da zenginliklerini arttırmak isteyen büyük krallar arasında oluyordu savaşlar. Şeref kazanmak için kahramanlık etmek bireylerin tutkusu durumuna getiriliyordu. Kısaca söylemek gerekirse, eski zamanlarda birey, kendi üstünde, kendi dışında var olduğuna birtakım güçlerin buyruğundaydı. Giriştiği işlere zorunlu olarak girişiyordu, şu yolu ya da bu yolu seçme özgürlüğü yoktu. Gerçekte böyle bir şeyi düşünmek bile saçmaydı. Düşünmek, kendi başına karar vermek gibi şeyler çok sonra çıktı ortaya. Yukarda “modern” sözcüğünü bunun için kullandım. ‹nsan zorunluluk altında mıdır, zorunluluk kurallarına göre mi davranıyor, yoksa özgür müdür, gideceği yolu, yapacağı işi, tutumunu, davranışı gerçekten kendisi mi seçer?
………
Goethe, eskiyi de, yeniyi de en can alacak yerlerinden görüp gösteren bu eşsiz adam, klasik tragedya’da egemen olan ödev (vecibe) ile istek arasındaki çatışmaya karşılık modern dramda istek ile istenç arasındaki, demek yapmak isteyip de yapamamak arasındaki çatışmanın işlendiğini ileri sürer. Başka bir deyişle, eski zamanlarda egemen olan “zorunluluk” yeni zamanlarda yerini “özgürlük”e bırakmıştır. Artık birey kendi duygu ve düşüncelerine uygun olan kararı verir, bu kararı uygulamaya bakar. Başarır ya da başaramaz, o başka sorun. Başaramazsa ortaya “dram” dediğimiz durum çıkar. Artık ödev-istek çatışmasının yerini, istek-yapma gücü, gerçekleştirme çatışması almıştır. Böylece insanlık trajik bir çağdan dramatik (buna romantik de diyebiliriz) bir çağa geçmiş olur. Bu yeni çağın temsilcisi olarak da ‹ngiliz ozanı Shakespeare’i görür Goethe, onu örnek gösterir. Şu çok derin buluşunu ortaya atar : Shakespeare, insanlardaki istekleri, dışardan onlara zorlanmış gibi gösterme yolunu tutmuştur oyunlarında… Sözgelişi Macbeth, sanki falcıların, büyücülerin aşılamalarına (telkinlerine) uyarak kral olma hevesine kapılmıştır. Oysa bal gibi bu tutkuya kaptırmıştır kendini. Başka bir deyişle Shakespeare, buradaki dramı, tragedya kılığına sokmaktadır.

Gerçekte insanlık o çağdan bu çağa geçmiş değildir, ikisini bir arada yaşamaktadır. Özgürlük çağında bulunduğumuzu söylememize, özgürlük için savaşmamıza karşın, bugün de bizim isteklerimizi aşan geleneksel kuralların az ya da çok buyruğu altındayız. Dahasını isterseniz, çoğu kişi o geleneksel buyruklarının varlığının farkında bile değildir de, onların sürüp gitmesi için savaşmayı, özgürlük uğrunda savaş sayar. Bununla da bitmiyor, “özgürlük” sözünün bunca moda olduğu yeni dünyamızda, özgürlüğü gerçekten isteyenlerin çok olduğu söylenemez. Neden derseniz, özgürlük isteği, korkunç bir sorumluluğu da birlikte getirir. Ben seçeceğim, seçtiğimi ben gerçekleştireceğim, ama bunun sorumluluğunu da yükleneceğim. Kolay değildir, yürek ister, tedirginliği, yenilginin acısını göze almayı gerektirir. Dahası, istediğim şeyi çok iyi bilmezsem yarı yolda şaşırabilir, pişmanlık duyabilirim. Oysa “zorunluluğa” inanmak bu bakımdan daha rahat ettiricidir, çünkü olayları ben oluşturmamışımdır, onlar kendi başlarına karşıma gelmişler, beni sürüklemişlerdir. Ben sadece katlanırım, öyleyse sorumluluk alamam üzerime. Geçende bir yeri gelmişti de söylemiştim, İslamda “dün-bugün-yarın” bölümlemesinin, dünya için olmaması, çok tutarlı olarak, bireyin özgürlüğünün bir gerçek olmadığı inancından doğar. Kur’anda geçmiş, ancak ibret dersi olarak anılır. “Bugün” ise bizim elimizde olmayan bir oluşumdur.

İşte geçmişin bugünü doğurduğu, bugünün de yarını yaratacağı inanışı burada birden karşımıza çıkıyor. İnsanlar tek tek değil, toplu halde isteklerini, inançlarını kullanarak, tarihin akışını yönlendirirler. Olayların biçimini saptamak keyfimize kalmış değildir elbet, ama bizden bağımsız olarak da oluşamaz. Biz özgür istençlerimizi, güçlerimizin gösterdiği yönde birleştirerek zamanın akışını saptayabiliriz. Bunun için de özgürlük konularının tek tek sorumluluğunu algılamamız gerekir. Kimine özgürlük güç, yorucu gelir bu bakımdan, yönetmektense, yönetilmek daha rahattır onun için. Yönetilmekte (her bakımdan) rahatlık bulanların çoğunluk olduğu yerde, özgürlük savaşımı kolay kazanılamaz, ayrıca anlamı da algılanamaz onun.

J. P. Sartre, kişinin varolmasını onun seçme özgürlüğünde aramıştı. Camus, başkaldırmakla varolabileceğimizi söyledi. Bunlar kader-istek çatışmasının çağımızdaki yansımaları olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü Batı’nın geçmişinde tragedya ve dram vardı. Bunlardan ikisi de, başka açılardan olmakla birlikte, çatışmayı, savaşımı, başkaldırmayı içerir. İbn al-Rüşd’ün tragedyayı anlayamaması ne düşündürücü! Toplumlar, geçmişlerinde tragedya olmasa da, onu bir yerden alıp benimsemeye bakmalılar.

(Yeni Tanrılar)

Melih Cevdet Anday


ALATURKA / Melih Cevdet Anday

31/03/2010

ALATURKA


Çık benim şair tabiatım, çık orta yere
Fakir güzelinden söyle
Hasret ateşinden çal
Çal, söyle benim derdimi sevdalı sesinle.

Hep bilinen şarkılar gibi olsun
Hani, dil-i biçâreden
Sun da içsin yâr elinden
Hani bilinen şarkılardan olsun.

Yeni sözler arama nafile
Derdim yeni olsa anlarım
Gel, hazırından söyle bu akşam
Üzme yetişir, üzme firakınla harabım.

Sonunda ah çekeriz derinden
Kim anlayacak sahiden olduğunu
Sen söyle yalnız
Zülfündedir baht-ı siyâhım bestesini
Dede’den.

Melih Cevdet Anday


TANYERİNİN ÇİFTLİĞİ / Melih Cevdet Anday

15/03/2010

TANYERİNİN ÇİFTLİĞİ


Kovanından arı çıktı
Masmavi atlas üstünde altın tas,
Özgürlüğün için bu acı.

Kovanından arı çıktı
Karanlık ayla yanyana bir elmas
Dolandı hanyayı konyayı

Kovanından arı çıktı
Sapsarı çıktı.

Melih Cevdet Anday


ZAMANLAR / Melih Cevdet Anday

03/03/2010

MELİH CEVDET ANDAY

(1915 – 28 Kasım 2002)

ZAMANLAR

Hepsini gördüm ayrı ayrı,
Kuşların zamanı tunç rengindedir.
Tanrılardır taşın zamanı,
Denizin zamanı ölür dirilir.

Göğü tanıyamadım, yok ki,
Sahipsiz zamanlarla doldurmuşlar,
Ama ordan iner o eski
Ölümsüz sevdaların zamanı kar

Ve havlamayan dev köpekleriyle
İnsanın zamanı… Olmayan
Ama hayalet bir yasemin gibi kokan,
Toprağımız eşelendikçe.


ELİMİ GÖRDÜM / Melih Cevdet Anday

14/02/2010

ELİMİ GÖRDÜM

Su içerken elimi gördüm
Pembe delikli usulca tüylü
Dedim ki merhaba merhaba elim
Böyle kadeh tut çatal tut kalem tut
Sırası geldi mi sakınma
Kılıç tut tüfek tut
Dayan yiğitim aslanım güzelim

Su içerken elimi gördüm
Sessiz sedasız insanca kuru
Sanki Ahmet’in Mehmet’in eli
Merhaba dedim merhaba
Merhaba çalışan eller
Dedim ki elektrik sizinle yanar
Sizinle yürür tren
Sizsiniz dağları devirip
Barajlara suyu getiren
Donatan dünyayı bir uçtan bir uca
Dedim ki tarlalar sizinle yeşil
İnsan sizinle yüce

Su içerken elimi gördüm
Gözsüz kulaksız kendince diri
İnce damarlı mavi mavi
Başparmak keyifle bükük
İşaret rahatça eğri
Yüzüğün hali anlatılmaz
Serçe kendi âleminde

Melih Cevdet Anday


S’imge : ELLER

13/02/2010

S’İMGE : ELLER Sayımızda Türk ve Dünya Edebiyatından Saçilmiş 21 düzyazı ve 27 şiir yer alıyor.


YAĞMUR, GÜL ve ELLER

Yel yapraklarımı savurur,
Dört yanım yağmurla örtülü;
Güz vaktim gerçek ya, ne yağmur!

Kafamda hep bir uykusuzluk
Ve masamda bir düşler gülü,
Gecenin içinde, soyunuk.

Ve bir düşünce arasında
Ellerim; beyaz, boş ve bencil,
Bu gül’le gece arasında,

Kopmuş gidiyor dallarımdan…
Hayır, başımdan yana değil
Uykusuzluğum, ellerimden.

Ahmet Muhip Dıranas


ELLER KOLLAR

Hani Cahit Sıtkı Tarancı
Derdi ki, “Nerde hareket ben orda,”
Supervielle de öldü, unutamadı,
Aklı hep elinde kolunda.

Der ki, bir ölüyü konuşturarak,
Gençliğimde yazdığım şiir:
“Başımı kaşımak, çiçek koparmak,
El sıkmak istiyorum arada bir”

Hafiftir düşün, uçup gidebilir
Bir koku ağırlığı kadar,
Yanlarımda ellerim kollarım var
De ki, onlar bana yetişir.

Melih Cevdet Anday

ELLERİM

Ellerimi severim
On parmağım başak başak,
Ne selamlar gönderdim
Liman liman beş kıtaya,
Her kıtada canımız var, canımız
Ben nasıl sevmem sizi ellerim
Ne omuzlar tuttunuz.

ELLERİN

Ekmek gibi ellerin var
Sıcacık
Seni niçin sevmeyeyim?

Cahit Irgat

SAĞ EL

Sağ elim arslan elim
Her hâli ayrı ayrı
Dillere destan elim
Âlemde senden gayrı
Gerçek dayanak mı var
Yediğim ekmek senden
Sen ev yıkmaz ev yapar
Sensin beni ben eden

Sağ elim arslan elim
Dost için düşman için
Her zaman insan elim
İstemem dert göresin
Sen dünya maceramda
Aşkım sabrım kararım
Gülsem de ağlasam da
Ancak seninle varım

Cahit Sıtkı Tarancı


AŞK ŞARKISI

Ellerini ver, öpeceğim,
Binlerce el içindeyim,
fiu beyaz çizgilerden gideceğim.
Ellerini ver, ellerini…
Seni öldüreceğim.

Gözlerinden gireceğim,
İçinde yer edeceğim.
Sana oradan sesleneceğim;
Ellerini ver, ellerini…
Seni öldüreceğim.

Özdemir Asaf


DÖRTLÜK

Bir elim ekmekte bir elim sende
Bir elim gerçekte bir elim sende
İki el bir baş içinmiş masal
Bir elim gelecekte bir elim sende

Arif Damar


ZAMANLAR / Melih Cevdet Anday

11/02/2010


MELİH CEVDET ANDAY

(1915 – 28 Kasım 2002)

ZAMANLAR

Hepsini gördüm ayrı ayrı,
Kuşların zamanı tunç rengindedir.
Tanrılardır taşın zamanı,
Denizin zamanı ölür dirilir.

Göğü tanıyamadım, yok ki,
Sahipsiz zamanlarla doldurmuşlar,
Ama ordan iner o eski
Ölümsüz sevdaların zamanı kar

Ve havlamayan dev köpekleriyle
İnsanın zamanı… Olmayan
Ama hayalet bir yasemin gibi kokan,
Toprağımız eşelendikçe.


YENİ BİR DÜNYA / Melih Cevdet Anday

07/02/2010

MELİH CEVDET ANDAY

(1915 – 28 Kasım 2002)

YENİ BİR DÜNYA

Dünyada geçirdim çocukluğumu
İnsanlardan eşya yaparlar
Kırmızı bir orman iki boyutlu
Kendi başına yağardı kar.

Gör ki, öldüğümde bilmedim,
Elimde bunca sözcük kaldı.
Nerde geçecek benim erginliğim
Bu dünya bir daha olmalı.

Bir dünya daha olmalı, burada
Bir yerde, o kadar yakın ki,
Seslensem duyulacak belki,
Belki başladım onu yaşamaya.


S’İMGE : AYDIN

21/01/2010

AYDIN-LIK sayımızda Türk ve Dünya Edebiyatından Seçilmiş 24 düzyazı ve 15 Şiir yer alıyor.


Melih Cevdet Anday


TELGRAFHANE


Uyuyamayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o eski sen değilsin
Sen simdi ıssız bir telgrafhane gibisin,
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketinin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku girmez ki
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.

Ceyhun Atuf Kansu


GERÇEK AYDINLIK


Lâtifenin yanındayım Lâtifenin yanıbaşında
Niksar köylerinden bir küçük kız Lâtife,
Ölse de bir denen, yaşasa da bir,
Gözlerine baktınız mı ama yeşil gözlerine,
Baksaydınız öyle demezdiniz.

Bebekleriyleyim toprak kundakların, derler ki
Getireceksek biz getireceğiz yaşanacak günleri.
Bizi de toprağa beliyorlar doğumla,
İlk aylarda açılmadan daha gözlerimiz
Bizimle doluyor Vazanya toprakları, Zile toprakları.

Babalarımız avda diyor benimkiler
Daha büyükleri, kurtulanlar ölüm orağından,
Ağaç salda getirdiler dün akşam ağamı
Anam yazıya çıkmış iniler,
Toprak için birbirlerini vurdular.

Kırmızı bebek dilini gördüm Habilin,
Susuzdu, taşta kertenkele gibi.
Kadınlarım da susuzdu, dillerinde tuz,
Ark başında, daha dün kardeştiler oğullarımız susuz,
Ayrıldılar mavzer atımı birbirlerinden.

Tütün tarlalarında Tuna türküleri eskimiş
Silistre göçmenleri mısır tarlalarında.
Kestane ağacına benzer bir kız gördüm
Atlar kişner uğrulanır gölgesinde,
Bütün ölümlere değen bir bereket içinde.

Ölümlerden kavgalara, sessiz derinliğine yaşamanın
Daha yaklaştım bir parça daha yaklaştım
Halktı kaynaşan gücüydü yurdumun,
Damarlarımla birleştirdim kendimi
And içtim ayrılmamaya yanıbaşlarından.

O zaman daha güzeldi Dokuzuncu Senfoni
Adagio molto e cantabile.
Yakından tanıdım halktı Van Gogh’un çobanı
Aydınlandım gerçekten böyle bağlanınca
Boş değildi Ahmet Haşim’i okumak!


Çeşitlemeler / Melih Cevdet Anday

11/01/2010

Karacaoğlan’ın Bir Şiiri Üzerine

ÇEŞİTLEMELER

I
Atımla yola çıkıyoruz seherde
Sabah büyük bir kuş uyanıyor,
Ağırlaşmış ay gibi susuyorum,
Yaşı bilinmeyen yağmur önümde,
Bin yıl ötedeki ufak çiçekler.
Dün gece, dün gece gördüm düşümde
Kömür gözlümden ayrı düşmüştüm
Sevdamın avucunu bastırıyorum gcceye
Yağıyor dağlara kar benim için
Güz ağaçları ile karıştırıyorum sisleri
Beni yola bırakan ırmağa dönüp bakıyorum
Uzaklıkların sınanmış bıçağı
Bir şey demek gelmiyor içimden
Kanımın buğdayını savuruyorum.
Atımla, atımla yola çıktım seherde
Lale sümbüller içinde hüma kuşları ötüyor,
Avcılar yolu tutmuşlar dağlara erken erken,
Dar sokaklardan geçiyorlar,
Sağlarına sollarına gümüşlü hamayıl asmıslar
Al atlarının,
Mücevherli tüfekler asmışlar omuzlarına,
Yeterince şarapları var günbatımı için
İnsan gibi bakan kartalları gördüklerinde .

II
Kısmetse bu akşam Eğrikol’ da yatarız,
Yürümeyen geleceği üzüntümün,
Uzaklara kar gibi yağıyor bilmediğim yıllar
Saklanmış sabahın akpak anısı.
bir kuyu görmüştüm orda, ağzı kapalı,
Geçmişin fazlalığını sınadı yureğim,
Güzeller suyundan içip kanarmış.
Dizimde derman kalmamıştı, çöktüm oturdum,
Ağzı kapalı kuyuya baktım, akşamın başkenti
Konuşmaya başlamamış bir buzağı gibi,
Yazmalar gibi alaca bulaca baktım,
Bir söğüt, bir söğüt de baktı benimle,
Kuşların arasında dal konuşuyordu.
Kırılmamış taş gibiydi gün,
Karanlık toprağı karıştırıyordu,
Gizlilik soyluluk veren yaşama.
Hiç güzel sevmedik mi yalan dünyada.
Gelinin ibrişimdi saçı, sustum kaldım,
Yatmadı benimle unutmam, ay toprağa değiyordu,
Üstüne dört libas giymişti
Bir kara, bir yeşil, bir al, bir beyaz,
Göğsünde dört nişan gördüm
Bir elma, bir ayva, bir nar, bir kiraz,
Cerenlerin yolundan koştu gitti.

III
Iraktır derler Kefendiz’in yolunu,
Yaşlanmış bir yağmur gibi kararıyorum,
Kısmetse bu gece Kefendiz’ de yatarız
Akşam, uyardığım yolların kutsallığı,
Doğunun sütündeki haşhaş, amansız ot.
Al benekli keten giyer kızları,
Kar gibi paylaşırlar çiçeklerin sessizliğinde
Filiz veren söğütlerin yanında türkü söylerler,
Sevdamın şamdanı yanar gözlerinişn ucunda,
Bakışımın iki avucunda yunar kederim.
Al yeşil konakları var, al çuhalı
Yiğitler iner ufacık meşeli yollara,
Uçar beyaz kazlar, gergin kumrular konar
İnci mercandan dallara,
Mevsimidir büyüyen taşın, arada bir öten
Badem ağacının, büyülerle uyutulmuş toprakta.
Ah elin ve gökyüzünün çaresizliği…
Çok çekti gönlüm, gönlüm, ayrılıktan küçük bir kuş,
Uzakların kırağı düşmüş camı,
Sevdaya düşen yorulmaz derler.
Yedi türlü çiçek vardı başında
Dökmüş ince bele tel karmakarış.
Akşamdan soyunup girdim koynuna
Seher yıldızını gördüm, ülkeri gördüm,
Garipçe garipçe öten ibibik uyandırdı beni
Tekir’ e gidecektim, ağır yağmurla yanyana,
Suyu dalgalı köprüden geçip.

IV
Gençliğimin karını serpiyorum ocağa,
Atımla Kırım’ı aştıktan sonra
Boynuna bırakırım dizgini düşsün,
aksu’yun köprüsünü geçerim konuşkan bir arı ile,
Yağmur yağarken hendeğe, soyluluk getiren tan,
Şebboyların içinde saçını tarar havai sabah,
Ulu kuşlar semah kurar yukarıda,
Orman ve cırcırla büyümüş çılgınlık.
Güneşin kara dikenleri bölüyor yorgunluğumu,
Akarsuyun tüyleri birikmiş sesini incelten acıma,
Kuş sürüleriyle türkü çağırıyor yaşamın egemen otu.
Kısmetimiz varsa bu akşam Maraş’ ta yatarız,
Bir han gördüm üç yüz altmış kapılı,
Kimini açtık, kimini ördük, çekik kaşlı yıldız,
Altın kafeslerde öter bülbülleri düşümdeki zamandan,
Tazıları gökboncukludur, seslenelim diye gök,
Yeşil ördek yayılmıştır çemenin şaşkın seline.
Bir buğday benizli, zülfü dolaşık
Gitme kal dedi, oyaladı beni ateşböceği evinde,
Perdelerin çiçeklerini topluyordu elma ağacı,
Saçındaki gülü koparmıştı bahçe.
Şarabı çam testilerden içtikti, dokunulmamış gün,
Toros’tan göç ediyor gibi,
Sonra batı rüzgarı girdi uykumuza,
Güvercinler girdi, kuğu kuşları, turnalar,
Uyuyup uykuya kanamaz oldum,
Uyandım ağladım,
Sarhoştum daha.

VIII
Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm,
Daracık daracık bir yerim de yok.
Akşam geçiyor yaban arısını iterek,
Yüreğimin toprak yığını kuşlarla hafifliyor,
Acı, sıcak çorbasını arıyor tenceremde,
Ağlayayım diye bir cam,
Camın mendiline silinen yağmur,
Bu ılık yaz yağmuru yeşertir yüreği
Yapraktan önce kız memelerine değer.
Yüzümüzü yıkadığımız akşamın esintisinde
Rüzgarın kederli arabası oyalar bizi,
Pencerenin lambasını söndürmüştür batan güneş,
Sel gibi kurumuştur gün, geceye yürüyen dal,
Varırız atım, tokmağını çalarız
Ayışığında kuzulu kapının, sisle yanyana .
Selvi yuvarlayıp durur yıldızları tıngır mıngır,
Ayın kınalı elleri sevgilimin yüzüne değer.
Konuşan kuşlar götürürüz ona saydam gagalı,
Görülmedik yemekler, Fizan tarakları,
İpek mahreme, çift yanlı fildişi ayna…
Atım sende küheylanlık varsa
Gece yar koynunda yatarız atım.

IX
Ayrılık acı
Mektubunu okuyamıyorum
Gün mü, gece mi belli değil
Gelmeyeceğini yazmış olmalı.

X
Sevgilim beni bu bahçeye getirmişti
Yağmurlar yağmış, rüzgârlar esmişti
Şarap içmiştik yanyana
Küpeler kulakta mum gibi yanar

XI
Kuşlar seslerini bulmak için
Bahçelere koşuyorlar
O kadar yer gördüm ki
İçim sızlıyor unuttukça

XII
Pervaneyi öptü sevdi
Yanık bir türkü söyletti ona
Bense akşamın koca denizine doğru
İndim, yüreğim yanık.

Melih Cevdet ANDAY