OĞUL
(Dil Mağarası‘ndan)
Sustu ‘Enadır Layf’ Gazinosu
Sustu şarkılar…
Paletimde renk sustu, fırçamda şekil
Ve bu gece ilk defa şimal körfezinde
Sustu Peramos’un mazgallarından
Şehre pancur pancur dökülen arya,
Artık ne tayfalar mevcut, ne ‘Komandos Bar’,
Ne o kor tenli, kızıl saçlı kanarya.
Bu medar ikliminin tenha gecesinde
Sardı bambu kamışlarını pişman bir sükût
Sardı bir sızı…
Hani birdenbire bazen bütün etrâfımızı
Sapsarı bir şüphe sarar ya,
İşte öylesine berbat bir hal var.
Hiç bir şey düşünmek istemiyorum, hiç bir şey!
Ama dördüncü tarassut kulesinde
Bir şüpheli sinyal var:
Ska-lar-ya!
Hayır hayır yalan bütün bunlar
Artık ne kadere inanıyorum ne fala;
Yalan söylüyor o falcı kadın, o hintli parya.
Ben yalnız sana inanıyorum,
Yalnız sana Marya!
Beni kahrediyor böyle geçen her gece
Bu hoyrat yıldızlar, bu sır, bu okyanus, bu yer
Ve gökyüzünde emanet duran şu asma fener…
İnan ki sevgili Marya!
İnan ki sen gideli,
Ne varsa hepsi yabancı, ne varsa hepsi keder
Ve hepsi omzumun üstünde çaresiz bir yük
Ve hepsi angarya.
Biliyorum bu sabah güneşle beraber biliyorum,
Bir vapur demirleyecek bu nankör limana;
Pol’ün ebedi matemine rağmen
Virjini olabilir bu vapurda
Ama sen yoksun, biliyorum sen yoksun…
Baharda geleceğim diyordun hani?
Haydi gel daha ne bekliyorsun
İşte mevsim bahar ya!
Fırçam neden böyle titrer bilir misin?
Ve neden bütün resimlerimde fon sapsarı
Anlıyorsun değil mi yavrum?
Bütün kağıtlara sinmiş anlıyorsun…
Bu tropikal zehir, Bu müzmin malarya.
Sensiz nasıl da boş iskele,
Sensiz nasıl da tenha şehir…
Müfreze nöbetçilerinin gözü önünde
Koydan yıldızları çalmışlar bir bir,
Yine birkaç çımacı, birkaç palikarya.
Ama kim düşünür yıldızları,
Yüzbaşı Arnold’u vurmuş yerliler;
Matemler içinde tekmil batarya.
Bu insanlar, bu gök, bu deniz, bu yer,
Birer birer kaybolmaya mahkum, birer birer…
Biz ki, bu sapsarı hasret içinde susuz
Biz ki çoktan kaybolmuşuz.
Nasıl, ağlıyor musun Maria?
Sil gözlerini, sil yavrum
Bizim yokluğumuzdan ne çıkar,
Aşkımız var ya.