SAKAL BIRAKMA ÖZGÜRLÜĞÜ / Orhan Hançerlioğlu

02/04/2010

SAKAL BIRAKMA ÖZGÜRLÜĞÜ


İnsan özgür olmak istiyor. Soru şudur: Özgürlük nedir ve nasıl elde edilir?

1789’da yayımlanan ‹nsan Hakları Bildirisi’nin birinci maddesi, özgürlük (erkinlik, hürriyet) ilkesini şu özdeyişle dile getiriyordu: İnsan özgür doğar, özgür yaşar… Doğru muydu? Doğru olsaydı, bu ilkeyi ortaya atabilmek için yapılan Fransız İhtilali’nin hiçbir anlamı kalmazdı. ‹nsanlar özgür doğ- muyorlar, özgür yaşamıyorlar ama özgür olmak istiyorlar. Yüzyıllardan beri de bunun için savaşıyorlar. Doğrusu şuydu: İnsan özgür doğmalı, özgür yaşamalıdır.

Niçin diye sorulabilir. Tarih, bu soruyu gerekli kılan örneklerle doludur. 1922 yılında faşizmin sözcüsü Mussolini şöyle demektedir: Bizden özgürlük değil, ekmek istiyorlar, ekmek!… Bu sözde, ekmek, özgürlüğün karşısına bir karşıt güç olarak çıkarılmıştır. Oysa özgürlükle ekmeğin doğal ilişkisini ortaya koymaktadır. ‹talyan grevcilerinin istedikleri ekmekti elbet. Ama özgürlüğü vererek karşılığında alınacak ekmek mi, yoksa ancak özgürlükle elde edilebilecek ekmek mi? Önemli olan buydu ve Mussolini’yi çökerten yanılma da bu olmuştur.

İnsan Hakları Bildirisi, özgürlüğü şöyle anlatmaktadır: Başkalarına zarar vermeden istediğini yapabilmek… Bu tanımda özgürlük bir hayli kısıtlıdır ve yeni soruları getirmektedir. Başkaları kimlerdir? Başkalarına zarar vermek ne demektir? ‹nsan, kendisinden başka olan kişilere zarar vermen istediğini nasıl yapabilir?… Nitekim, 1818 Connecticut Anayasası, bu soruları daha da pekiştirmiştir: Her yurttaş, her konudaki düşüncelerini serbestçe konuşmak, yazmak ve yaymak hakkını taşır, ancak bu özgürlüğün kötülüğe kullanılmasından da sorumludur.

Büyük Fransız Devrimi’nden etkilenen bütün anayasalar ilk maddelerinde, özgürlüğün bu tanımını kullanmışlardır. Görünüş şudur: Özgürlük doğaldır. Ama bu özgürlük sorumluluğu gerektirir. Gene bu özgürlük, başkalarına zarar vermemelidir. Bu ilkeleri sağlamak için de örneğin yüz maddelik bir yasa, ilk maddesinde ortaya attığı özgürlük ilkesini, geriye kalan doksan dokuz maddesiyle kısıtlamaya çalışmaktadır.
Özgürlüğün kök anlamı, sonraları çeşitli yeni anlamlara itilmiştir. Montesquieu (Charles-Louis de Secondat, 1689-1755) sözcüğün serüvenini şöyle anlatmaktadır: Özgürlük sözcüğü kadar çeşitli anlam verilmiş, onun kadar insan kafasını yormuş başka bir sözcük yoktur. Kimileri özgürlüğü, önceden kendisine sınırsız bir zor kullanma yetkisi verilmiş kişiyi düşürmekteki kolaylık anlamına almışlar, kimileri de boyun eğecekleri kişiyi seçme yetkisi olarak. Başkaları silahlanmak ve zor kullanmek hakkı olarak benimsemişler, daha başkaları da yapacakları kanunlarla yönetilmek sanmışlardır. Bir ulus da uzun bir süre, özgürlüğü sakal bırakmak geleneği saymıştı. Ruslar, sakallarını kestirmek isteyen Büyük Petro’ya özgürlüklerini ileri sürerek direnmişlerdi. Kimileri bu adı bir hükümet biçimine vererek öteki hükümet biçimlerini ondan yoksun bırakmışlardır. Demokrasinin tadını alanlar demokrasiye, monarşiden yararlananlar monarşiye mal etmişlerdir. Kapadokyalılar, Romalıların getirmek istediği demokrasiyi istememişlerdi. Sözün kısası herkes, kendi geleneklerine ya da eğilimlerine uygun düşen hü-kümet biçimine bu adı verip işin içinden sıyrılmıştır. Sonunda, demokrasilerde ulus her istediğini yapıyormuş göründüğünden, özgürlüğü demokrasiye mal etmiş- ler, ulusun yetkisiyle özgürlüğünü birbirine karıştırmışlardır. (de L’Esprit des Lois, on birinci kitap, konu II )

Montesquieu, özgürlüğün serüvenini böylece anlattıktan sonra ona kendi açısından yeni bir anlam vermektedir: Özgürlük, kanunların izin verdiği her şeyi yapabilmek hakkıdır. Demokrasilerde ulus her istediğini yapıyormuş görünür. Oysa siyasal özgürlük her istediğini yapmak demek değildir. Bir devlette, başka bir deyişle kanunları olan bir toplumda, özgürlük ancak istememiz gerekeni yapmak olmalıdır. Bir vatandaş, kanunların yasak ettiği şeyi yapabilseydi özgür olmazdı, çünkü öteki vatandaşlar da aynı şeyi yapacaklardı. Özgürlük, yetkinin kötüye kullanılmadığı yerde vardır.öteden beri denenmiştir, kendisine yetki verilen her insan bu yetkiyi kötüye kullanma eğilimindedir. Bir sınırla karşılaşıncaya kadar kötüye kullanır. Erdemin bile sınırlanmaya ihtiyacı vardır. Yetkinin kendi kendisini durdurması gerek. Yetki, yine yetkiyle sınırlanır. Bir anayasa öyle olmalıdır ki o yasa gereğince hiç kimse kanunun, kendisini yapmaya çağırmadığı bir şeyi yapmaya ve kanunun izin verdiği şeyleri de yapmamaya zorlanmasın. (De L’Es-prit des Lois, on birinci kitap, konu III ve IV )

Montesquieu’yü bu sonuca götüren, devlet ve hukuk, tarih felsefesi, din, ahlak ilkelerini kapsayan genel düşünce yapısı şöyle özetlenebilir: En yetkin devlet biçimi, İngiliz şartlı monarşisidir (meşrutiyet). Hükümet güçleri kanun yapmak, yapılan kanunu uygulamak, uygulanan kanunu yargılamak olmak üzere üçe bölünmeli ve bu üç güç birbirlerine karşı bağımsız olmalıdır. Her ulusa uygulanabilecek kanun yapılamaz, kanun her ulusun yapısına göre değişik ve o yapıya uygun olmalıdır. Coğrafya başkalığı, büyüklük ya da küçüklük, bolluk ya da yoksulluk, din başkalığı, yaşama biçimleri ulusları birbirinden ayırır. ‹nsan aklı, bütün bu ayrılıkları karşılayabilecek güçtedir. Güçlü akıl, tarihi etkiler. Üstün bir güç olan Tanrı vardır ama, bu Tanrı belki de bir kanundan başka bir şey değildir. Din, toplumsal bir güç olmalıdır, toplum kanunlarının gücüyle uyuşmalıdır. Din siyasal bir mekanizmadır. Kanunların yetmediği yerde başlamalı ve kanun eksikliğini tamamlamalıdır. İnsan, yaratılıştan iyidir. Çünkü akıl, insanları iyi olmaya zorlar. O akıl ki Tanrıyı da iyi olmaya zorlamıştır. Akıl, evreni (insanları ve Tanrıyı) yöneten bağımsız bir güçtür. Akıl, her ulus ve her devlet biçimi için ayrı ahlak kuralları gerektirir. Görünüşteki çeşitlilikte de bunu kanıtlamaktadır.

Montesquieu, plansızlıkla suçlandırılan yapıtı ilerledikçe, özgürlüğü daha açık anlamlarda da ele almak zorunluluğu duyuyor: Siyasal özgürlüğü yalnız anayasayla olan ilgisi bakımından incelemek yetmez. Bir de bu özgürlüğü vatandaşla olan olan ilgisi bakımından belirtmek gerek. Burada özgürlüki kişinin duyduğu güvenlik ya da güvenliği üstüne edindiği kanıdır. Kimi devletin yönetim biçimi özgür olur da vatandaş özgürlükten yoksun olur. Gene öyle olur ki vatandaş özgür olur da yönetim biçiminin özgürlükle ilgisi olmaz. Bu gibi hallerde devletin yönetim biçimi, uygulama bakımından değil de hukuk bakımından özgürdür, vatandaş da hukuk bakımından değil de uygulama bakımından özgürdür. Devletin yönetimiyle ilgili özgürlüğü meydana getiren, yalnız temel kanunların hükümleridir. Dahası var. Devletlerin çoğunda özgürlük, devlet yönetiminin isteğinden çok daha fazlasıyla sınırlanmış, baskıya uğramış ya da sindirilmiş olduğundan her yönetim biçiminde vatandaşların özgürlük ilkesine olan eğilimini destekleyecek ya da köstekleyecek özel kanunlar vardır. Felsefe anlamında özgürlük, kişinin istediğini yapabilmesi, kişinin güvenliğidir, hiç olmazsa güvenlik içinde yaşadığı kanısını taşımasıdır. Hiçbir şey bu güvenliği, genel ya da özel suçlandırmalar kadar bozamaz. Şu halde vatandaş özgürlüğünün başlıca dayanağı, ceza kanunlarının iyi niyetidir. Vatandaşların suçsuzluğu güven altına alınmazsa özgürlüğü de güvenli olamaz. Özgürlük cezaların özü ve orantısıyla değişir. Ceza kanununun her cezayı, suçun özünden çıkarması özgürlüğün başarısı demektir. Böylece her çeşit bireysel yargı ortadan kalkar. Ceza, kanun koyucunun keyfinedeğil, olayın özüne bağlıdır. İnsanın insanı ezmesi söz konusu olamaz artık. İyi bir kanununu uygulayan ülkede duruşması gerçekten yapılarak asılan kişi, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan paşaların herhangi birinden daha özgürdür. (De L’Esprit des Lois, on ikinci kitap, konu I, II, IV )

Montesquieu özgürlüğü, ters açıdan da tanımlamaya çalışıyor: İki çeşit kölelik vardır. Gerçek kölelik, köleyi toprağa bağlayandır. Bu çeşit köleler evlerde çalışmazlar; efendilerine belli ölçüde buğday, kumaş, hayvan verirler. Kişisel kölelikse ev işlerine özgü, daha çok efendinin kişiliğine bağlıdır. Kölelik demek, bir insanın malıyla ve vücuduyla başka bir insanın avcunun içinde olması demektir. Böyle bir durum için iyidir denemez elbet. kölelik, kölenin işine yaramadığı gibi, efendinin işine de yaramaz. Kölenin işine yaramaz, çünkü erdemden tümüyle uzaklaşmaktadır. Köleliğin başlangıcının acıma duygusunda bulunduğunu söylerler. Devletler hukuku, savaş tutsaklarının öldürülmemeleri için köle olarak kullanılmalarına izin vermiş, sanki savaş tutsaklarının öldürülmesi gerekliymiş. Mal ve mülkün insanlar arasında bölüşülmesine izin veren kanun, bölüşen insanlardan bir kısmının bölünen mallar arasına konulmasına izin vermez. Kölelik, doğal hukuka olduğu kadar medeni kanuna da aykırıdır. (De L’ Esprit des Lois, on beşinci kitap, konu I, II, X )

Özgürlüğün ne olduğunu anlayabilmek için yüzyıl daha geçecek. Bugün artık onu açık saçık biliyoruz. İnsanın özgür olabilmesi demek, yeteneklerini, eğilimlerini, beğenilerini serbestçe geliş- tirebilmesi olanaklarına sahip olması demektir. Buysa ancak doğanın ve toplumun nesnel yasalarını insanların kendi yararlarına kullanabildikleri ve gelişmenin bütün ön koşullarını yaratabildikleri bir toplumda gerçekleşebilir. Böylesine bir toplum varlaşmadıkça özgürlük boş bir sözden ibarettir ve sakal bırakma özgürlüğü anlayışından öteye geçemez. Ünlü bir diyalektikçi şöyle der: “Özgürlük, doğa yasalarından bağımsızlık düşü değildir. Tersine, bu yasaları öğrenmek ve onları belli amaçlar için kullanabilmek demektir. Bu dış doğa yasaları için olduğu kadar, insanın beden ve ruh varlığını yöneten yasalar için de böyledir. Demek ki irade özgürlüğü denen şey, nedeni bilerek karara ulaşmak yetisinden başka bir şey değildir. Bir insanın belli bir sorun üstünde karara varma özgürlüğü, bu kararın tutarlılığını belirten zorunluluğa bağlıdır. Kararsızlık, çeşitli ve çelişik bir sürü karar olanağı arasından bilgisizliği seçmek demektir. Sonuç olarak özgürlük, doğadan gelen zorunlulukları tanıyıp bilerek, hem kendi üstümüzde hem de dış doğa üstünde sözünü yürütür olmaktır. Böylece özgürlük, tarihsel gelişimin zorunlu bir ürünüdür.”

(Düşünce Tarihi)

Orhan Hançerlioğlu


HÜRRİYET KASİDESİ / Namık Kemal

02/04/2010

HÜRRİYET KASİDESİ


Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten
Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten
Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez iânetten

Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma
Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten

Vücudun kim hamîr-i mâyesi hâk-i vatandandır
Ne gam râh-ı vatanda hâk olursa cevr ü mihnetten

Muîni zalimin dünyada erbab-ı denâettir
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bi-insâfa hizmetten

Eder tedvîr-i âlem bir mekînin kuvve-i azmi
Cihan titrer sebât-ı pay-ı erbâb-ı metânetten

Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamîyette
Bize hâk-i mezâr ehven gelir hâk-i mezelletten

Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet
Kaçar mı merd olan bir cân için meydân-ı gayretten

Kemend-i can-güdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın
Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten

Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten

Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten

Gönülde cevher-i elmâsa benzer cevher-i gayret
Ezilmez şiddet-i tazyikten te’sîr-i sıkletten

Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmid-i istikbâl
Cihanı sensin azad eyleyen bin ye’s ü mihnetten

Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar
Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten

Namık Kemal


ÖZGÜR DÜŞÜNCE / Polyanov

02/04/2010

Dimitır Polyanov

(Bulgaristan, 1876 – 1953)

ÖZGÜR DÜŞÜNCE

Gençlik yıllarımızın ateşinde,
gem almaz yaşamın eşiğinde,
odur gözlerimizi açan
önümüzdeki uzun yola çıkarken,
o bir peri, tanrıça, bilgelik, yüce,
adı özgür düşünce.

Bir tedirgin yürek, bir ateş tohum,
bir bakarsın keder, bir bakarsın sevinç,
bir bakarsın çığlık,
bir bakarsın ateş parçası güneş,
ne engel tanır, ne baskı, ne sınır, ne zulüm,
Promete’dir onu ilk veren bize,
adı özgür düşünce.

Önümüzdeki tekmil gizleri
odur açan, birer birer çözen o,
yaşadığımız günleri ve geleceğimizi
ışınlarla aydınlatan, çizen o,
yoktur çözemediği sorun, anlam, bilmece,
adı özgür düşünce.

Boş yere didinirler dururlar cüceler,
durdurmaya çalışırlar düşünsel uçuşu,
durdurmak isterler ışını, yok etmek isterler,
ama düşman belki bin kez gördü ki, sonuç şu:
istediğince yırtınsın dursun, vuramaz onu zincire,
adı özgür düşünce.

Koşun, bayrakları dalgalandırarak,
özgür düşüncenin şarkı söylediği yere,
bir bu şarkıyı duyan kişi
insan gibi yaşadım diyebilir ancak,
mutludur kişi onu gördüğü sürece,
adı özgür düşünce.

Türkçesi: A. Kadir – Fahri Erdinç


ÖZGÜRLÜKLER / Rauf Mutluay

02/04/2010

ÖZGÜRLÜKLER

“Sanat, baskının verimidir. Onun, ne kadar serbestse o kadar yukarılara yükseleceğini sanmak,
uçurtmayı alıkoyan şeyin ip olduğuna inanmaktır.”
Andre Gide

Özgürlük üstüne söylenmiş özdeyişlerin en beğendiklerimden biri, sorumlu bir politikacının, F.D. Roosewelt’in gerçekçiliği: “İhtiyaçlar içinde kıvranan insanlar özgür değillerdir.” Öteki, her toplumun her kavramı kendine göre kullanabildiğini belirten bir şairin, Schiller’in gözlemi: “İnsanlar özgür, özgürlükler zincire vurulmuş olarak doğarlar”. Aslında özgürlüğü tanımlar gibi görünen bu iki sözde de, insan gelişiminin hiç de beklendiği gibi olmamasından yakınan eleştiriler var. Bizim bir şairimiz de, özgürlükle var olmanın hemen hemen çelişik iki şey olduğunu söyler gibidir:
Hür olmak eğer ister isen olma cihanın
Zevkinde, sefâsında, gamında, kederinde.

Ve Namık Kemal olanağı bulunan tek özgürlüğün, yalnızca düşünce özgürlüğünün yanında yer alır:
Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhâ-yı hürriyyet
Çalış idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyyetten.

Özgürlük üzerine bir deneme yazıyor değilim. Edebiyattaki özgürlüklere, bunların kullanımına geliyorum. Onun için de bu konudaki en sevdiğim sözü, Rosa Luxemburg’un özdeyişini en sona sakladım: “Asıl özgürlük, başkaları gibi -herkes gibi- düşünmeye mecbur olmama özgürlüğüdür.” Bunu da ‹bsen tamamlar, ‘Halk Düşmanı’nda: “Azınlık haklı olabilir, çoğunluk her zaman haksızdır.”

Yüzyıllarca hem divan, hem halk şairlerimiz kendi geleneklerinin yaşattığı nazım kurallarına uyarak eser vermişler; arada bir kişi bile yürürlükte olan nazım birimlerinin, nazım şekillerinin ölçü (vezin), uyak (kafiye) kalıplarının dışına çıkmayı ne düşünmüş, ne uygulamış. Burada özgürlük var mı hiç? Peki Anadoluda’ki en az yedi yüz yıllık bu şiir geçmişinin tümü yanlış yolda mı? Tanzimat sonrasında bu bıkılmış geleneklerden kurtulma adımları başlar. Gene özgürlükle değil, başka bir dünya şiirinin Fransız edebiyatının kendine özgü biçimlerini deneme yoluyla. Sonra yavaş yavaş beyit kırılır, anlam dizelerden dizelere geçer hale gelir, ölçü dizilerinde bazı değişiklikler yapılır, uyaklamada yazım birliği değil, ses ortaklığı aranarak biraz daha genişlik sağlanır. Düşünün ki müstezat’tan serbest müstezata geçişte, tek kalıptan başka kalıplara, her uzun dizeden sonra bir kısa koyma zorunluğu yerine uzun dizelerle kısalarını karıştırma rahatlığına gidilir ancak. Şiirde özgürlük, belli düzencelerin kabulünden sonra vardır.

Şiirimizin en üstün yeteneğiyle en sabırlı emeği Yahya Kemal Beyatlı’nın anılarını okuyordum; şurada durup düşünmek zorunda kaldım: “Ben şiirin, en adi görünen tarifiyle; lisan, vezin ve kafiyeyle söylenir bir sanat olduğuna kailim. Lisanı, vezni ve kafiyeyi, varlığının bir ifade âleti haline ancak şair getirebilir. Lâkin o da bu âleti, yavaş yavaş, vukuf hasıl ede ede, alışa alışa benimseyebilir. fiair doğmuş olanlar bile nazmetmek kabiliyetini yavaş yavaş edinirler. fiairin şair olarak doğduğuna dair eski bir itikat vardır ki doğrudur; hiçbir edebi terbiyeye muhtaç olmaksızın yetişebileceğini iddia edenlerin sözleri ise efsanedir.”

Biliyorsunuz otuz yıl önce Orhan Veli – Melih Cevdet – Oktay Rifat “Garip”çileri, ölçüyle uyağa başkaldırarak işe girişir görünmüşlerdi. Uzun uzun konuşuldu bu, tekrarlamanın gereği yok. Ama sonra onların da nice düzenceli biçimlerde güzellik aradıklarını gördük. Ne var ki, bir kez büyü bozulmuştu artık. İşte otuz yıldır -yeni yetişen hiçbir şiir sanatçısı- ölçüyle uyakların, nazım birimleriyle eski şekillerin savunusunu yapmayı göze alamıyor. Arada pişkin çalışmalarla belli biçimlerde şiir yazma dikkatlerini gösterenler yok değil; ama gelenek, dağınıklıktan yana. Bakın şimdi üykemizde Türkçe ezan okuma yasağı yok; yalnızca ezanı Arapça okuma yasağı kaldırıldı, o kadar. Kulak verin ezan seslerine; bir tane Türkçe ses duyarsanız, özgürlüğünü kullanan birileri var demektir, ama yok. İşte onun gibi -eski bir yazımda “ezan ve vezin özgürlüğü” dediğim- şiirde de durum bu. Bir kuşak gereksiz ölçü ve uyak zorunluluklarının şiire yarar kadar da zarar getirdiğini tanıtladı diye, herkes aynı noktadan işe başlamakta birlik.

Bu yüzden dergilerdeki yüzlerce şiiri okurken, şöyle düşünmeden edemiyorum. Bir dönemde şiirlerdeki asıl güzellikler, nazım zorunluklarını iyi uygulayan bazı zenâatkârların çokluğu yüzünden göze güç çarpıyordu. Şimdi de asıl şiirlerin güzelliği, dağınık söyleyişlerde sahte ustalıklar kazanmış olanların kalabalığında gene kolayca yitirilmektedir.

Burada Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın genç şairlere öğütlerini hatırlıyorum. Aruzun ve hecenin ayrı kalıplarıyla elli defter dolusu şiir yazmalarını, hep en güzeli arayarak bu defterleri kuralına göre tamamladıktan sonra onları yırtıp işe yeniden başlamaları gerektiğini söylüyordu.

Emeksiz olmakta, ölçüsüz ve uyaksız kalmakta, nazım birimi ve nazım şekli gibi bir düzenceye (disiplin) uymamakta, heceyi, aruzu da kullanmamakta birleşen yüzlerce şiir; burada sanatçı özgürlüğünden mi söz edebiliriz artık, yoksa R. Luxemburg’un deyişiyle “Herkes gibi olma ortaklığından, yani özgürsüzlükten mi?”
Yıllar önce bir konuşmasında Tanpınar Hoca da yakınmıştı bu durumdan: “…Bildiğim hiçbir edebiyatta bizimki kadar şekil ihmal edilmedi ve gençler bizde olduğu kadar günlük yeninin emrine girmedi…”

Başkalarının kazandığı yengilerin ganimetleri kolay paylaşılır. Cumhuriyet sonrasında yozlaşan vezin-kafiye şiirinin özsüzlüğünü, -o yola gereğince emek verip başarı kazandıktan sonra- Orhan Veli ve arkadaşları, o şiirin en sağlam görünen yanını kırarak tanıtlamışlardı. Gerçekten hür utkuydu o, vaktinde kazanıldı. Ama işte otuz yıldan fazla zaman var ki, şair doğmuş olanlar bile nazmetme kabiliyetini, gerekli edebi terbiye ile geliştirme yolunu tutmuyorlar… “Elli defter” doldurduktan sonra değil, yeni doğmuş dizelerinin çıplaklığıyle ortaya çıkıyorlar.

Audiberti, hapishane arkadaşları kendisinden şiir istedikleri zaman, hep lisede okuyup unuttuğunu sandığı Hugo, Lamartine, Musset… dizelerini hatırladığını; ama hapisten çıktığı zaman da gene ölçüsüz, uyaksız yazma tutumuna bağlı kalacağını sandığını yazmıştı bir anısında. Zaman içinde geriye dönmek kolay değil elbet. Ama hiç olmazsa yazılan şiirlerde, nazmın kurallarını yenmekten ileri gelen özgür olgunluklar bulunsa… Bunu çoğunlukla göremediğim için, birkaç kez okuduğum halde gücünden hiç yakınmadığım belleğimde saklayamadığım için, ben de eski dizeleri mırıldanıp duruyorum. Yaşlandım biliyorum; işte onun için “gençlik bilse, yaşlılık yapabilse…” diyorum. Ama şiirde çok fazla kolaylıklara başvurulduğunu, zorlukların yenilmesi yoluna gidilmediğini sanıyorum. Keşke eski kuşakların ömür boyu adandıkları şu ölçü, uyak, biçim sorunlarına yeniler de biraz eğilse, becerse de ondan sonra vazgeçmeye kalksalar… diyorum. O zaman herkesin şiir yazmakla gerçekten kendi özgürlüğünü, başkaları gibi düşünmeye mecbur olmama özgürlüğünü, kullandığına inanacağım.

6 Şubat 1973

Rauf Mutluay


PERİLİ EV / Behçet Necatigil

02/04/2010

PERİLİ EV

Bak, masa, işte
Yerini bulmuş şimdi
Biz yokken bu eve
Besbelli biri girdi.

Allahım, çamaşır
Yıkanmış, ütülü!
Ben giderken bu kitap
Yere düşmüştü.

İçemezdim suyundan
Dibi yosundu, sahi!
İmkânı yok inanmam
Bu başka sürahi.

Emektar çul keçe
Yeni gibi tertemiz.
Ocakta ateş yanıyor
Yanıyor lambamız.

Hemen yatasım geldi
Bir hal olmuş perice,
Tüyden hafif
Yatağıma değince.

Gezmiş eşyada belli
Bir kadının elleri.

Behçet Necatigil


NEREYE? / Fazıl Hüsnü Dağlarca

02/04/2010

NEREYE ?


Nereye sevdiğim benim, inandığım nereye,
Rüyaların yarasalar gibi uçuştuğu geceler içinden.
Dalgınlığımla hareketlerini seçemiyorum,
Varlığının altın kafiyesini arıyorken ben.

Hangi dünyaları dolaştıktı bilmiyorum,
O nasıl bir adaydı, nasıl bir deniz.
Gök, bir söğüt dalı gibi eğilmişti sulara doğru,
Ve eğilmiştik o dal gibi hayata doğru ikimiz.

Kim ellerini alnımda gezdirirken o ten, ses ile,
Bana kalbin musikisini verecek, haberi olmadan.
Geceyi avuçlarımda siyah bir gül gibi duyuyorum,
Ve sen misin bilmiyorum bu gülü bırakan.

Nereye , ey göz yaşlarımın sıcaklığı,
Ki başka birisi yok beni duyan.
Rüyalar nereye gidiyor, anlamıyorum;
Ve sen nereye gidiyorsun, hatıralardan.

Fazıl Hüsnü Dağlarca


GEZİ ADASI / Aydın Şimşek

02/04/2010

GEZİ ADASI


………….Ballim İçin Üç Lirik Şiir

1

İnsanın içinde büyümesi bir ceviz ağacının
nereye gidersen orada sürüyor kökleri
sakin huzurlu gökyüzüne doğru
bakıp dua ediyorsun gözleri için
kıvrılıp kalbine dolanan saçları
yağan susan yağmur ve toprak için
derisinden de ayrılıyor insan

Neden çoğalıyor ömrümüze
gidenlerin kalbi, neden
akıyoruz azaptan ötekine
Sürgün… ruhumuzun başka ruhta
İkiye bölünüp dönmesi pervanesine
kalan uğultu
büyük yalnızlık
sonra ağacın usaresi

2

Prag’da ne yapılırsa onu yapıyorum
sedef ve su uzatıyorum sevgiliye
İki elma, iki kiraz sevinci
aynı dala asıyor aklımı
kalbimi ve düşlerimi
Bir de köprü, umarsız yollar, dar geçitler
sonsuz gezi ve gezgin

Prag’da bir yeşil yaprak elleri ballimin
içime ağan kuş, soluksuz dilleri
Ülkem: çatlayan narım, harlayan soluğum
Masumiyetin kucağı, kızaran yanaklarım
kederimi çizdiği özleyişte

Prag’da çöl gelip buluyor kalbi
avlularda gencecik çocuklar ölümle
avluda serinliğin teri, ceviz ağacının sesi
ben orada öylece
sadece ben.

Bir atı sırtlayıp geldim Prag’a
Onu aşkla karmıştım
tanrının gözlerini oya oya
savaşlardan ne kaldıysa koydum önüne:
Bir çocuğu, rahmi ve annenin memesini
deniz ise çoktan çekildi içine
şimdi sen de olmasan bu eylülde
şiir de vazgeçecek benden

prag, bir maske iniyor yüzümden…

3

Seni seviyorum “ballim”, dünyalar içimde senle
o rüzgâr gülü, sabah tozu
sabaha uyanan pencere
içimde yüzen gözlerin
boşluğu dolduran dilin

Gideceksen de bir inceliğin yarası…
Kimse kalacaksa bana, o sen
doruk ve serinlik
hâlâ duruyorum kendimde

Suskunluğundan kuruldu bu şiir
gözlerindeki harelerden, yaşama sevincinden
ben de senin kadar yabanılım bu dünyaya
gümüş bir kemer, gümüş bir ay ve ketum

üç lirik gecenin peşinden koştu atım
üç gece de senin ışığında geçildi…

Aydın Şimşek