ÖLÜMDEN SONRA DA.. İNTİHARDAN ÖNCE DE… / Gönül Gönensin

07/12/2009

ÖLÜMDEN SONRA DA.. İNTİHARDAN ÖNCE DE…

‘Kör ölür, badem gözlü olur’ ya, sağlığında çevresine ‘illallah’ dedirtenlerin ölümünden sonraki güzellemeleri dinleyince, ne kadar çok seveni olduğunu düşünür, şaşırırdım çocukluğumda. Günümüzde de her ortamda yaşanan bu ikiyüzlülük seremonisini sezdiriyor sanırım Orhan Veli, ‘Ölünce biz de iyi adam oluruz’ derken. Sık sık duymaz mıyız şu sözleri: “Ölümünden önceki gece beni aradı…; Yediğimiz-içtiğimiz ayrı gitmezdi…; En iyi dostum sensin, demişti…” vb.

Orhan Veli gömülürken, sözde espri yapan birinin, “Olmaz ki, böyle de yatılmaz ki” diye seslenişi için dostça bir içtenlikten söz edilebilir mi? İnsanın onurlu saygısı en çok ölülere karşı tutumunda belli olur, insan sevgi-saygısının da bir ölçütüdür bu.

Thales, yaşamakla ölmenin bir olduğunu öğretirken, ‘niçin ölmüyorsun öyleyse’ diye soran birini ‘ikisi de bir de onun için’ diye yanıtlamış. Cennetin eşsiz güzelliğine ve kendisinin de cennetlik olduğuna inanan bir ‘mümin’ kişiye de sorulabilirdi bu… Ölüm ve ötedünya korkusu, sanırım insanlığın ve felsefenin biricik konusu olmayı sürdürecek. Bu yolda ‘kaygı’yla girişilen bütün bireysel-toplumsal inanç arayışları da ‘batıl’ kalmayı… İnsanoğlunun kadim inançları, fal-büyü-tapınma eylemleri, ölüm korkusunun bir dışavurumu mu yoksa?

* * *

Bir gün öleceklerini bilen tüm sanatçıların ölümsüzlük sendromlarını ne güzel vurgulamış Anday: ‘Sanatçı öleceğini bilen insandır, bu yüzden acelesi vardır onun’. Montaigne de ‘Ölümün Tadına Varmak’ adlı denemesinde ilginç bir ‘ölüm sevgisi’ne değinir: “Yaşamımı uzatmak için her yaptığım şey acılarımı da uzatıp artırıyor” deyip kendini açlıkla öldürme yolunu seçen Pompanius, nasılsa birden iyileşivermiş. -Dostları ve hekim bu mutlu olayı kutlamaya hazırlanırken ölüm kararından yine de vazgeçirememişler onu. Adam ölüme öyle alıştırmış ki kendini, korkmak şöyle dursun, can atar olmuş ona.

Horatius’un bir dizesi de eşlik eder konuya: ‘Ölmek isteyeni kurtarmak, onu öldürmekle birdir’.

Anday diyor ki: “Yoksa cehennemden mi korkuyoruz? Eski Mısır’ın öteki dünya anlayışı içinde cehennem yoktu; cehennem Yahudilikten kalmadır. Doğrusu ben cenneti de sevmem; nedir o öyle, her şey elinin altında, yan gel yat. Tam tembel işi.” Ben de sevemedim doğrusu, ama bu dünyada ‘tembellik hakkı’nı ömür boyu sürdürenler için çekici olabilir…

Montaigne’nin ünlü özdeyişini bilmeyen yoktur: “Ölüm size ne sağken kötülük edebilir, ne de ölüyken. Sağken edemez, çünkü hayattasınız; ölüyken edemez, çünkü hayatta değilsiniz.” Kişi öldüğünü bilmeden ölür, böylece de ölümü tanıma fırsatını elinden kaçırır; biz yine de yaşayabildiğimizce yaşayalım, ama ölümden korkmaksızın yaşayalım.  Edip Cansever’e kulak vererek:

Sen ölüm !
Seni hiç düşünmeden yaşadık
Seni hiç düşünmeden yaşayacağız bundan sonra da.

* * *

Eros-Aşk-Ölüm üçlüsünü yasaklayan tabular, sanatçıları öldürmeye de sürekli teşnedir tarih boyunca. Ne var ki, öldürülen sanatçıların yanı sıra, kendi canına kıyan sanatçılar da az değil dünya yazınında. Ahmet Oktay’ın ‘Yol Üstündeki Semender’i müntehir şairlerle, ‘ödün bilmeyen 12 yazıcı’ ile bir söyleşi.

A. Artaud’un ‘Beni İntihar Ettiler’ çığılığıyla açılan yapıtın ‘Prolog’unda, ‘Söz gibi intihar da bu yüzden / tarihin tam içinde işliyor’:

HEINRICH VON KLEIST,  “Çağının / tarihe sürgünüdür ‘Buradan ötedeki’ / diye çınlayan her söz. Ve solgun suretidir / aynada yitip gidenin. // Kurşun sonu değil yalnızca / başlangıcı da zamanın.” dizeleriyle sonlanır.

VIRGINIA WOOLF, “Ah yazıma kimi zaman da; ateşe tutulmuş bir elin  acısıyla karalanmış yazılarıma: Kanı çekilmiş ve dudakları hummanın koruyla kavrulmuş bir yüz bu. Nedir aradığı ve nedir yitirdiği? İnsan çiçeklenmelerinin ve insan yıkımlarının arasında. Kişisel tarihler mi kurdum yaşamın sabuklamasıyla yoksa varolan tarihlerin kurgusu muyum? Ah yazı(m), taşıllaşan yazı(m): Aradığını ve yitirdiğini biliyorum sonunda: Yanmış bir kelebeğin külü.” Şiir, “Şu küçücük varolma sorunu bitti / Akıyor ırmak” dizeleriyle bitiyor.

STEFAN ZWEIG’tan son dizeler: “Avrupalı / benim belleğim. Yazım da. Geç kaldım / yurt edinmeğe gurbeti. Zorbaysa / ateşe veriyor dünyayı. // Charlotte! / bana bak son kez. Aynan yansıtsın / kitapları ve dere kenarlarını / ikisiydi yaşamım. // Uyumunu yitiren / dil, susar. Yansa da / geleceği bilmek için. Duru kalan tek sözcük / bu mu yoksa? Gelecek. // Işığın / ve karanlığın geleceği. // Sius her yanda. Ah Charlotte  / çevir bana son kez / kadınlığın gözlerini.”

VLADİMİR MAYAKOVSKİ’den son dizeler: “1916’da bilicisiydim sonumun / ve şunlar› kazıdım / şerareler çıkaran parmaklarımla / her kapıya: / ‘Mayakovski sokağı derler / bin yıldan beri bu sokağa / Canına kıydığı yer burası işte / sevgilisinin kapısında.” // Ödeşmiyorum seninle / sevgili yaşam, / uzlaşıyorum da // Yatırın beni / samanyolundan tabutuma.”

GÉRARD de NERVAL’den: “İki’yim: Yakalandım sokakta çırıl çıplak / Ve giydirildim başkalarının sözleriyle. / Ah! Karanlığa giren görür beyazı ancak, / Hangisiyim? Biliyorum kimin gözleriyle? / Ne yapsak silinmiyor ruhtan geçmişin izi / Yaşamak kadar ölüm de çağırıyor bizi, / Geçiyorum sokağı fenerle konuşarak // Hem yaşamın imidir hem ölümün her fener”

ATTİLA JOZSEF, son dizeler: “Tanıdım! Tanıdım! İçimde / ilk yağacak karın sesi. // Uğulduyor beni, zamanın / kalbine, istasyondaki / her mendil: //Kapanmayan/ yarasıyla doğandım.”

SERGEY YESENİN: “Yeniğim, onlardan biriyim çünkü / Her resmimde ölüme bakıyorum / “Şiirlerimden taflan hayvani hüznü” / Sessiz çocuklara bırakıyorum”.

Walter Benjamin, Beşir Fuad, Arthur Koestler, Cesare Pavese, İlhami Çiçek… ve EPİLOG: “Ölüme hayır demek yetmez / yaşama evet demek gerekir.”/ “Evet’i söylerken / kekeleyen, / adayıdır ölümün. // Ve insan / en beklenmedik anda / en umulmadık durumda / kekeleyebilir.”

Ülkemizde, benzeş-hazin sonlarıyla ilginç yazılara konu olan Silvia Plath ve Nilgün Marmara’yı da unutmamak gerekiyor bu arada.

İntihar edenler, Kur’an’dan ve İncil’den kovulmuştur. Peki ya öldürenler?

Hayati Baki, 2 kitaptan oluşan şiirin Kesik Damarları’nın ilkinde ‘İntihar Eden Şairler’i yorumlayıp bir şiir seçkisi düzenlemiş onlardan. İkinci kitap ise, ‘Öldürülen Şairler Kitabı’. Önsöz şu parağrafla son buluyor: “savaş üzerine (dolayısıyla insanın öldürülmesi üzerine) victor hügo’dan siegfried lenz’e; tolstoy’dan dos passos’a; homeros’tan e. maria remarque’a değin onca kitap yazıldı; buna karşın hiç kimse, dostoyevski’nin budala romanının eksen kişisi prens mişkin’in önerdiği “idam hükümlüsünün yüzünü çizme”yi başaramadı; çünkü, öldür(ül)menin yüzü çizilemez. Seçkinin alfabetik dizinindeki bazı flairlerle belleğimizi tazeleyelim: Metin Altıok, Sabahattin Ali, Behçet Aysan, Che Guevara, Uğur Kaynar,  Lermontov, Lorca, Jose Marti, Nef’i, Pasolini, Sandor Petöfi, Puflkin, Pir Sultan Abdal, Cem Sultan, Vaptsarov.

Savaşlar dışındaki nice öldürümleri düşününce traji-komik bir görüntü geçti gözlerimin önünden: İnsanların doğumu kapalı kapılar ardında gizlice olur da, ölümünü meydanlarda izlemeye hep birlikte gideriz. Ayrıca, doğumlarda sevinir güleriz de, ölümlerde üzülür, dövünür, ağlarız. Neden dersiniz?

İnsanlık tarihi boyunca ‘mutlak bir inanç isteyen geçici putlar’, her fırsatta toplumun cellatlığını üstlenmişler, ama büyük sanatçıların, özellikle şairlerin ölümsüzlüğünü unutmuşlar. Sanırım şiirin, kanatlı sözün büyüsü solup gitmiyor ve öldürülemiyor da…

Necatigil’in Şairler’de dediği gibi:

Ne biter / Ne kalır geçmiş kitaplarda / Ölümden sonra da / Söyleriz.

Gönül GÖNENSİN

İzmir, Şubat 2006


ÖLÜM RÜBAİLERİ / Ömer HAYYAM

07/12/2009

RÜBAİLER


Bir geldi mi derin ölüm uykusu,
Biter bu dünyanın dedi-kodusu.
Ölenden bir haber bekler insanlar:
Ne söylesin? Bilmez ki ne olduğunu!

* * *

Öldük, dünyayı şaşkın bırakıp gittik;
Yüzlerce incimiz vardı delinmedik.
Sersemliği yüzünden bilgisizlerin
Renk renk düşünceler kaldı söylenmedik.

* * *

Can yoldaşı dostlar çekildi gittiler
Ecel çiğnedi hepsini birer birer
Yan yana oturmuştuk hayat sofrasına
Bizden birkaç kadeh önce sızdı gittiler.

* * *

Feleğin çarkı dönmeyecek madem muradımca
Gökler ha yedi kat olmuş, ha sekiz, bana ne?
Ölüm bütün isteklerimi yok ettikten sonra
Ha dağda kurt yemiş beni, ha mezarda karınca.

* * *

Ölüp yok olma korkuların saçma
Yoktan vara yükselen dalda oldukça;
Sevgiyle İsa gibi dirilmişsin sen;
Ölüm yok artık sana dünya durdukça.

* * *

Dilerim ölünce şarapla yıkanayım
Şarap şiirleriyle talkınlanayım
Mahşer günü arayan olursa beni
Meyhanemin önündeki topraktayım.

* * *

Benim halimden haber sorarsan,
Bir çift sözüm var sana, yürekten:
Sevginle gireceğim toprağa,
Sevginle çıkacağım topraktan.

Ömer HAYYAM

(Türkçesi: Sabahattin Eyüboğlu)


[Ölürsem…] / Maria Tsvetayeva

07/12/2009

Marina Tsvetayeva

(Rusya, 1892 – 1944)

[ÖLÜRSEM…]

Ölürsem, iki kızıltıda ölürüm! Biri ve öbürü,
ikisi bir yahut – ısmarlanmaz!
Çerağımın gerçeklense, ah, iki kez sönümü!
Bir akşam kızıltısında ve bir de sabah!

Geçti raks yürüyüşüyle yeryüzünden!- Göğün kızı!
Eteği güllerle dolu! – Goncanın incitmemiş zerresini!
Ölürsem, iki kızıltıda ölürüm! – Salmaz Tanrı
Benim kuğu ruhum üzerine şahin gecesini!

Narin elimde henüz and içilmemiş bir haçla,
Ayrılış esenlemesiyle cömert göğe doğru atılırım.
Kızıltının çatlağı – ve yanıtlayan gülümseyişin çatla…
Son soluğumun hırıltısında ben şair kalırım!

Türkçesi: Azer Yaran


Ölüm İle Ayrılığın Elinden / Pir Sultan Abdal

07/12/2009

ÖLÜM İLE AYRILIĞIN ELİNDEN

Gelmiş iken şu dağları gezeyim
Ölüm ile ayrılığın elinden
Dertsiz bulamadım derdim yanayım
Ölüm ile ayrılığın elinden

Yaz gelince bulanayım coşayım
Elim ile mezarımı eşeyim
Beri gel sevdiğim helallaşayım
Ölüm ile ayrılığın elinden

Ölüm geldi yolun bize uğrattı
Firkat geldi yana yana ağlattı
Kesti ciger pare pare doğrattı
Ölüm ile ayrılığın elinden

Günahsız kardaşlar günahım tartar
Hasretlik yüzünü yüzüme sürter
Her kime söylesem yakasın yırtar
Ölüm ile ayrılığın elinden

Pir Sultan Abdal’ım dertlerim firak
Alışmış yanıyor şu dertli yürek
Bir dahi gelemem menzilim ırak
Ölüm ile ayrılığın elinden

Pir Sultan ABDAL


ÖLÜME DAİR / Nâzım Hikmet

07/12/2009

ÖLÜME DAİR

Buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Biliyorum, ben uyurken
hücreme pencereden girdiniz.
Ne ince boyunlu ilâç şişesini
ne kırmızı kutuyu devirdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
başucumda durup el ele verdiniz.
Buyrun, oturun dostlar
hoş gelip sefalar getirdiniz.

Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor?
Osman oğlu Hâşim.
Ne tuhaf şey,
hani siz ölmüştünüz kardeşim.
İstanbul limanında
kömür yüklerken bir İngiliz şilebine,
kömür küfesiyle beraber
ambarın dibine…

Şilebin vinci çıkartmıştı nâşınızı
ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınız
simsiyah başınızı.
Kim bilir nasıl yanmıştır canınız…
Ayakta durmayın, oturun,
ben sizi ölmüş zannediyordum,
hücreme pencereden girdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
hoş gelip sefalar getirdiniz…

Yaylalar-köylü Yakup,
iki gözüm,
merhaba.
Siz de ölmediniz miydi?
Çocuklara sıtmayı ve açlığı bırakıp
çok sıcak bir yaz günü
yapraksız kabristana gömülmediz miydi?
Demek ölmemişsiniz?

Ya siz?
Muharrir Ahmet Cemil?
Gözümle gördüm
tabutunuzun
toprağa indiğini.
Hem galiba
tabut biraz kısaydı boyunuzdan.
Onu bırakın Ahmet Cemil,
vazgeçmemişsiniz eski huyunuzdan,
o ilâç şişesidir
rakı şişesi değil.
Günde elli kuruşu tutabilmek için
yapyalnız
dünyayı unutabilmek için
ne kadar çok içerdiniz…
Ben sizi ölmüş zannediyordum.
Başucumda durup el ele verdiniz,
buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz…

Bir eski Acem şairi :
“Ölüm âdildir” –diyor,–
“aynı haşmetle vurur şahı fakiri.”

Hâşim,
neden şaşıyorsunuz?
Hiç duymadınız mıydı kardeşim,
herhangi bir şahın bir gemi ambarında
bir kömür küfesiyle öldüğünü?..

Bir eski Acem şairi :
“Ölüm âdildir” – diyor.
Yakup,
ne güzel güldünüz, iki gözüm.
Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir…
Fakat bekleyin, bitsin sözüm.
Bir eski Acem şairi :
“Ölüm âdil…”
şişeyi bırakın Ahmet Cemil.
Boşuna hiddet ediyorsunuz.
Biliyorum,
ölümün âdil olması için
hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz…

Bir eski Acem şairi…
Dostlar beni bırakıp,
dostlar, böyle hışımla
nereye gidiyorsunuz?

Nâzım HİKMET


Sâkiyâ Câmında Nedir Bu Esrar / Dertli

07/12/2009

DERTLİ

(1772- 1845)

SÂKİYÂ CAMINDA NEDİR BU ESRAR

Sâkiyâ camında nedir bu esrar
Kıldı bir katresi mestâne beni
Şarâb-ı lâlinde ne keyfiyet var
Söyletir efsâne efsâne beni

Ref’et nikâbını ey vech-i enver
Zulmette gönlümüz olsun münevver
Şarâb-ı lâlinin lezzeti dilber
Gezdirir meyhâne meyhâne beni

Âşıkın çok belâ gelir başına
Tahammül gerektir adû taşına
Şem-i ruhsârına, aşk ateşine
Yanmakta seyretsin pervâne beni

Bakmazlar Dertli’ye algındır deyi
Hakikat bahrine dalgındır deyi
Bir saçı Leylâ’ya Mecnun’dur deyi
Yazmışlar defter-i dîvâne beni


S’imge : ÖLÜM

07/12/2009

S’imge : ÖLÜM sayımızda Türk ve Dünya Edebiyatından seçilmiş 16 düzyazı ve 75 şiir yer alıyor.

Abdülhak Hamit Tarhan

(1852 – 1937)

MAKBER

Eyvâh!.. Ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu âh ü zâr kaldı.
Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.
Ben gittim o hâksâr kaldı,
Bir kûşede târumâr kaldı.
Bâkî o, enîs–i dilden eyvâh!
Beyrût’ta bir mezâr kaldı.
……
Çık Fâtıma, lâhdden kıyâm et,
Yâdımdaki hâlime devâm et!
Ketmetme bu râzı, söyle bir söz,
Ben isterim âh öyle bir söz!..
Güller gibi meyl-i ibtisâm et,
Dağ-ı dile çâre bul, merâm et!..
Bir tatlı bakışla, bir gülüşle
Eyyâm-ı hayâtımı tamâm et!..
……
Yâ Rab, öleyim mi neyleyim ben?..
Ayrı yaşayım mı sevdiğimden?..
Verdin bana böyle bir mûsibet,
Ettin beni düşmen-i muhabbet.
Ya bir kulu sevmiyor musun sen?..
Ya böyle bir ölüm değil mi erken?..
Hiç bulmamak üzre gâib ettim,
Mecnun gibi ben onu severken.
……
Her yer karanlık pür-nûr o mevkî?..
Mağrib mi yoksa makber mi yâ Râb!
Yâ hâbgâh-ı dilber mi yâ Râb,
Rüyâ değil bu ayniyle vakî.
Kabrin çiçekten bir türbe olmuş,
Dönmüş o türbe bir haclegâhe,
Bir haclegâhe dönmüşse türben
Aç koynunu aç maşukânım ben.
……
Sen öldün, ölüm güzel demektir,
Ölsem yaraşır gamınla her gün.

AHMET HÂŞİM

(1885 -1933)

ÖLMEK

Firâz-ı zirve-i Sinâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
Cevf-i ye’s-âşinâ-yı hüsrâna..
Titrek
Parıltılarla yanan bir mesâ-yı mezbaha-renk
Dağılırken suhûr-ı üryana,
Firâz-ı zirve-i Sinâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
Cevf-i yes-âşinâ-yı hüsrâna…

Kanlı bir gömlek
Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan
Alıp sürükleyerek,
O dem ki refref-i hestîye samt olur kaaim,
Ve bir günün dem-i âlâyiş-î zevâlinde
Sürüklenir sular âfâka şu’le hâlinde,
O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümîde adem.
Bir derin sesle “haydi” der uçurum,
O dem,
Firâz-ı zirve-i Sinâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden,
Cevf-i hüsrâna düşmek istiyorum.

YUSUF ZİYA ORTAÇ

(1895-1967)

BİR GÜN

Bir gün basacak beni de
Göğsüne bu anne toprak.
Görecekler ellerimi
Bir çınarda yaprak yaprak…

Sesim, dalda öten bir kuş,
Ruhum, fezada bir uçuş,
Bütün huzurunu bulmuş,
Bu dünyadan uzak, uzak…

Benden bir zerre her çiçek,
Benim gözlerim şu böcek,
Çiftçiler her yaz biçecek
Saçlarımı orak orak…

Dört mevsimle dolu başım,
Otlar, yapraklar sırdaşım,
Kara toprağı gözyaşım
Sulayacak ırmak ırmak…

FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL

(1898-1973)

ANNESİZ ÖLÜ

Dün bir cenaze gömdüm bağrıma gizli gizli,
Bu küçük bir çocuktu, sarışın saz benizli:
Taş kesildi yüreğim mezarının başında.

Saz benizli bir öksüz, sarışın bir yetimdi,
Bu gömdüğüm cenaze benim muhabbetimdi,
Veda etti hayata doymadan üç yaşına.

Dünden beri gençliğim yarım, kalbim yarımdır.
Bu talihsiz mezarı benim damarlarımdır
Sinirli dallarıyla kucaklayan sarmaşık.

Neşeye hasret giden sevdamın arkasından
Ağlasın istiyorum, bir genç kadın yasından,
Ömrünü damla damla terk ederken bir âşık…

Bir genç kadın ki duysa bu vakitsiz ölümü
Matemini tutmaya kâfi görür gönlümü,
Yine hayata sevda ufuklarından güler.

Hiç can vermiş var mıdır bundan daha elemli;
Yaşarken gözü nemli, ölürken gözü nemli?
Ah annesiz ölüler, sevgilisiz ölüler!

NECİP FAZIL KISAKÜREK

(1901 – 1984)

TABUT

Tahtadan yapılmış bir uzun kutu;
Baş tarafı geniş, ayakucu dar.
Çakanlar bilir ki, bu boş tabutu
Yarın kendileri dolduracaklar.

Her yandan küçülen bir oda gibi,
Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış.
Sanki bir taş bebek kutuda gibi,
Hayalim içinde uzanmış kalmış.

Cılız vücuduma tam görünse de,
İçim, bu dar yere sığılmaz diyor.
Geride kalanlar hep dövünse de
İnsan birer birer yine giriyor.

Ölenler yeniden doğarmış; gerçek!
Tabut değildir bu, bir tahta kundak.
Bu ağır hediye kime gidecek,
Çakılır çakılmaz üstüne kapak?

NÂZIM HİKMET

(1902 – 1963)

CENAZE MERASİMİM

Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
merdivenlerse daracık.

Belki avluda dizboyu güneş ve güvercinler olacak,
belki kar yağacak çocuk çığlıklarıyla dolu,
belki ıslak asfaltıyla yağmur.
Ve avluda çöp bidonları duracak her zamanki gibi.

Kamyona, yerli gelenekle, yüzüm açık yükleneceksem,
bir şey damlayabilir aln›ma bir güvercinden: uğurdur.
Bando gelse de, gelmese de çocuklar gelecek yanıma,
meraklıdır ölülere çocuklar.

Bakacak arkamdan mutfak penceremiz.
Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla.
Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar.
Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize…

VASFİ MAHİR KOCATÜRK

(1907 1961)

ŞAİRİN ÖLÜMÜ

Ne bir damla gözyaşı, ne yerde yaslı bir mum;
Hazin, loş odalarda ölümü sevmiyorum.
Bir çığ sesiyle nasıl inlerse bir uçurum
Benim öyle verecek kalbim son nefesini…

Titreyen dallarını açıp göklere kadar,
Hıçkıracak ney gibi sülün boylu kavaklar,
Talihimin göğsümde hapsettiği canavar
Derin çıtırtılarla kıracak mahpesini…

Ardımda binbir gönül, ıstırabımdan derin,
Matemini tutacak bir mukaddes kederin;
Ölümün gösterecek dünyaya ölümlerin
Hem en şereflisini, hem en mukaddesini…

Gözlerim çektiğimi ifşa etmese bile
Kalbimden ayrılınca ruhum gelecek dile:
Yüzbin yıllık kâinat hummalı bir vecdile
Dinleyecek ilk defa ıstırabın sesini…

Her gün bir parça daha fazla yalçınlaşarak
Bir uçurum olunca bana sevdiğim kucak,
Fırtınalı göklerden ölümüm andıracak,
Yıldırımla vurulmuş kartalın düşmesini.

AHMET MUHİP DIRANAS

(1909 – 1980)

AYAKLAR

Ölmüş o, ayrı düşmüş sürüden,
Ayakları dışarda örtüden.

Ölmüş herkes gibi ölen insan,
Yalnız ayaklar kalmış yaşayan.

Ardından ölüme düşen başın
İki kardeş bakakalmış şaşkın.

Burada ansızın susup kalmış,
Koyunları başıboş bırakmış.

Der ki, bu ayakları görenler,
“Başım değilmiş düflünen meğer,

Ayaklarım, az gide uz gide,
Ayaklarım, ümitler peşinde!

Yolcu ölmüş; işte ayaklar hür!
Yolcu ölmüş; ayaklar düşünür…

ZİYA OSMAN SABA

(1910 – 1957)

RABBİM NİHAYET SANA

Rabbim, nihayet sana itaat edeceğiz…
Artık ne kin, ne haset, ne de yaşamak hırsı,
Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı,
Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz…
Ben artık korkmuyorum, her şeyde bir hikmet var.
Gecenin sonu seher, kışın sonunda bahar.
Belki de bir bahçeyi müjdeliyor şu duvar,
Birer ağaç altında sevgilimiz, annemiz.
Gece değmemiş sema, dalga bilmeyen deniz,
En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz
Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz…

CAHİT SITKI TARANCI

(1910 – 1956)

ÖLÜMDEN SONRA

Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.

Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok;
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akarsuda aksimizden eser yok.

ORHAN VELİ

(1914 – 1950)

ÖLÜME YAKIN

Akşamüstüne doğru, kış vakti;
Bir hasta odasının penceresinde;
Yalnız bende değil yalnızlık hâli;
Deniz de karanlık, gökyüzü de;
Bir acayip, kuşların hâli.

Bakma fakirmişim, kimsesizmişim;
– Akşamüstüne doğru, kış vakti –
Benim de sevdalar geçti başımdan.
Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış;
Zamanla anlıyor insan dünyayı.

Ölürüz diye mi üzülüyoruz?
Ne ettik, ne gördük şu fâni dünyada
Kötülükten gayri?

Ölünce kirlerimizden temizlenir,
Ölünce biz de iyi adam oluruz;
Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,
Hepsini unuturuz.

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

(1914 – 2008)

GECEYE KARŞI MÜDAFAA

12
Bu adam ölmüştür ama,
Düşmedi toprağa henüz vakit.
Hayatını devrettik ağaçlara
Kalbi kimlere ait.

Bu adam ölmüştür ama,
Başucundan ayrılamadık.
Sonsuz kederinde gecelerimizin
Nedendir hâlâ bu beyazlık.

Bu adam ölmüştür ama
Henüz durmadı nehir.
Ve nasibi muhteşem kuşlar gibi
Onu götürebilir.

OKTAY RİFAT

(1914 – 1988)

KARACAAHMET

Akşamları parka çıkmaktı
En büyük eğlencesi
Şair Orhan Veli’yi
Melih Cevdet’i severdi hayatında
Ağaçlardan kavağı severdi
Yıldızları da severdi
Ve en rahat
Anasının serdiği döşekte uyurdu
Şimdi burada yatıyor

MELİH CEVDET ANDAY

(1915 – 2000)

ÖLÜMSÜZ

“Babamı gördüm düşümde” diye anlattı,
“Öylesine ağladım, yalvardım da,
Anlamadı,
belki de hiç tanımadı.”

“Elbet oğlum,” dedi öğretmen Krişna,
“Ruh ölümsüzse eğer,
Ölümlü duyguları anlar mı?”

ÖLÜM

Maviyi anlarsın.
Denizi anlarsın,
Mavi denizi
Zor anlarsın…

BAKİ SÜHA EDİBOĞLU

(1915 – 1972)

MEZARLIK

Dün akşam gün batmadan
Yaşlı ölülerin arasına
Bir küçük misafir geldi.
Çocuk bahçesinde kovası kalmış
Kumların üstünde küçük küreği.
Besbelli çok yorgun hemen uyudu.
Doğruldu yerinden yaşlı bir ölü
Örttü üstünü:
Madem ki annesi burada yok,
Bu küçük kız bize emanet,
İlerde yatan bir başka ölü
Yavaşça seslendi:
Başındaki kurdelayı çözüp katlayın
Ütüsü bozulmasın.

BEHÇET NECATİGİL

(1916 – 1979)

BAŞ SAĞLIĞI

Ben uzaklarda olmalıyım, çok uzaklarda
Acılar unutulduktan sonra
Dönmeliyim.

Ölümlerin karşısında şaşırıyorum
Ne desem ki
Düşünüyorum.

Kalanları ağlıyor gidenin
Benim gözlerim kuru
Herkes bana bakıyor, biliyorum
İçlerinden geçenleri.

Bafl sağlığı dilemek
Garibime gidiyor
Ölen öldü, sen yaşa
Küçültmeye benziyor.

Beni böyle kitaplar mı yaptı ne
Kâğıtlarda gidenlere içlenip ağlayan ben
Hayattaki ölümlerde put gibi duruyorum.

Ben canavar ruhlu muyum
Bir ölü evinde tek söz söylemeden
Put gibi duruyorum.

Kimseler anlamaz derdimi
Ben uzaklarda olmalıyım, çok uzaklarda
Bir yakınım öldümü.

İLHAN BERK

(1918 – 2008)

ÖLÜ BİR OZANIN SEVGİLİ KARISINI GÖRMEYE GİTMEK

‘Kağıtlar, kitaplar, dedi, nereye elimi atsam.
Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş bir şiir
Kiminde. Hem her şey şiirlerde değil miydi?
Bir gök şiirde ağar, bir sokak şiirlerde
Gider gelirdi.
Böyle yaşayıp gidiyorduk !
Sesi,
sanki çok ötelerden gelirmiş gibi
Ezik, suskun odaları dolaştı durdu.
Masada açık duran bir kitabı gösterdi sonra.
Hepsi bu !
Böyle dedi, yüzüne kapayıp ellerini
Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.

CAHİT KÜLEBİ

(1917 – 1977)

FARENİN ÖLÜMÜ

Umutsuzdu, yalnızdı, hali yoktu,
Canı çok yanıyordu günlerden beri.
Ne alnında dolaşan bir dost eli
Ne imdat isteyecek kimsesi vardı
Ne Tanrısı, ne de peygamberi.

Günlerdir karanlık deliklerde
Yanıp sönüyordu gözleri.
Sevinç değil ki paylaşılsın
Kendi kendinindi kaderi.

Sürüm sürüne dışarı çıktı.
Kıvrıldı ateşte pençeleri.
Kurtuldu rahat etti farecik,
Rahat etti dişleri.

Kibardı, incecikti kuyruğu,
Vücudu, küçücük pençeleri.
Bir makara gibi çözüldü,
Unuttu kedileri.

Farecik! Nazlıcık! Garipçik!
Canı çok yanıyordu günlerden beri.
Kibardı, incecikti kuyruğu;
Boş koydu delikleri.

Bir varken bir yok oldu
İşte dünyamızın işleri.

ÖZDEMİR ASAF

(1923 – 1981)

ÖLÜM

Ölüm; ben onu çiçeklerle giderken gördüm.
Ölüm; ben onu yaşamları bilerken gördüm.
Obur doymazlıkların obur açlıklarında,
Ölüm; ben onu, varlıkları silerken gördüm.

Ama bir de yokluğun ve yüreğin önünde;
Ölüm; ben seni utanç ile titrerken gördüm.

AHMET NECDET

(1933)

ÖLÜM VE ABLAM

Ölüm ölümdür benim canım ablam.
Bilirsin: Soğuktur yüzü.
Döşümüze düşen kara bir güneş
Geceye çevirir gündüzümüzü.

Ölüm ölümdür benim güzel ablam,
Görürsün: Çürür her ağaç,
Dalından kopan bir yaprak gibi
Toprağa karışır bir tutam saç.

Ölüm ölümdür benim tatlı ablam,
Duyarsın: Tükenir sözün gözü,
Yine de söyler dilsiz bir ağız
Sakladığı o gizi.

Ölüm ölümdür benim şirin ablam,
Koklarsın: Gölgesiz bir çiçek,
Çırpındıkça aynasında zamanın
Kanar o gül, kanar dikensiz yürek!

Ölüm ölümdür benim gülüm ablam,
Girersin: Evin kapılı,
Birinden çıkıp da ikincisine
Taşıyarak öncül’ü ve ardıl’ı.

Ölüm ölümdür benim eşsiz ablam,
Varırsın: Neye mi, nereye mi?
Hiçkimsenin gülü, de bana artık:
Yoksa hiçbirşey’e mi?

HİLMİ YAVUZ

(1936)

DOĞUNUN ÖLÜMLERİ

ölüm bir aşirettir doğuda

ayışığı gülden hoyrat
gölleri güzelden talandır
ve asi, durak bilmez ağıtlarıyla
uçsuzbucaksız turnalarını
kat kat gurbete dürmüş evvelbaharla
sevdası göçer olandır

ve bu nasıl bir serencâmdır
satılır umudu beye
hasreti bir meta gibi
ve alınandır
ve tuzdan, bozkırdan ninnilerini
bir çığlık gibi mengeneden mengeneye
sokup çürüten rüzgârdır

türküsü ki eşkiyaya geniş
ve bir kekliğe dardır
ovayı çelen bakışlı
ve bir fişekliğe dizilmiş
gibi omzu kuş nakışlı ağaçlarıyla
acıya pusu kurandır

ölüm bir aşirettir doğuda

ÖZDEMİR İNCE

(1936)

BİR AĞAÇ ÖLÜSÜ

Kaç akılsız taşkının, kaç bulanık selin dölüyüm,
bir boşluk gibi kaldım işte bir yol kıyısında,
yanımda birkaç kedi ölüsü, gözleri açılmamış yavrular.

Bir yaşlı kadın bulsa beni, güneşte kurutsa
ve ocağa atsa en sağır soğuğunda önümüzdeki kışın,
konuşsa benimle, ellerini görsem, kemiğe yapışmış derisini.

Mutluyum bu yazgımdan, ne mutlu, ne mutlu bana,
bir darağacı olmadım gözyaşı ve kan kokan siyaset meydanında,
karyolasına çakılmak isterdim misk kokulu gelinin,

tabut da olabilirdim genç bir ölüye, olmadım ama.

Böyle düşünüyor dünkü sellerin sürüklediği yaşlı ağaç
ve dilini şaklatıyor turunç reçeli yemiş gibi.

ÜLKÜ TAMER

(1937)

ÖLÜMDÜ ADI

Ölümdü adı onu ilk gördüğümde,
Sonraları da hiç değişmedi;
Kalesinden gösterdiler bir şehrin onu,
Onu gördüm ve ormanı gördüm uzakta,
Ne yapsam değişmeyecekti adı.

Bir kılıç verdiler bazı savaşlar için,
Arkasından bir ev kurdular bana;
Bir kazma verdiler bazı savaşlar için,
Arkasından bir ev kurdum onlara;
Akşamları çiçeklerle uğraştım biraz,
Yaşlanır, çiçek olurdu bazı komşularım,
Akşamları yemek yerdim bazılarıyla;
Biz toplandıkça büyürdü ölüm, adı ölümdü,
Şehir büyüdükçe azar, çıkardı çarşılara.

Adı ölümdü çünkü onu yarattığımız zaman,
Her akşam kanardı dudaklarındaki kuş
Ölümdü adı ona her gece taşındığımda
Alışkın olduğum bir darağacından,
Gülerken boğazının karanlık boşluğuna
Ölümdü, sokaklarında dolaşırdı şehrin,
Saat kulesini getirmişti uykularıma.

O kadar ölümdü ki, o kadar da çalışkan,
Kimseler kurtaramazdı beni ölümden başka.